40

Doğumun da ölümün de,

Bebeğin de ölünün de kırkı önemli. 

40 özel bir sayı. İnsanın varlığı ya da yokluğu durumunda bir tür adaptasyon süreci. Bir bebek doğar, yepyeni bir dünyanın içinde soluk alıp verir, ışığa ve oksijene alışmaya çalışır, tazecik teni zamanla tanışır. Epeyce büyümüş bir insan (normal şartlarda) ya da tekamülün hecesiz yolunda ruhunu tamamlamış biri, zamanın içinde yer eden eskimiş teniyle aniden yaşamdan çekilir. Soluk alma eylemine son verir. Biri öykünün başı, öteki sonudur. Her iki durumda da insana 40 gün gerekir. Hem özneye hem de öznenin tamamlayıcısı olan tümleçlere. 

Biraz önce Ayfer Tunç’un Yeşil Peri Gecesi adlı romanını bitirdim. Son bölümün adı “Yeniden Doğan”dı. Böyle bir hikayenin bu noktaya bağlanması içimde tarifi imkânsız bir his yarattı. Hayatın yıkıntıları içinde kendi kendine binlerce deprem yaratan kahramanın kırkı çıkmıştı. Sonunda. Bebekliğinde çıkaramadığı, binlerce ölümünde sınavını aşamadığı bir kırktı bu. Kırkı geçmek, özgürlüktü. Yaş olarak da böyle değil mi? Kırklarını yaşayan birçok insan yaşamın başka bir boyutuyla tanıştığını söylemez mi? Hz. Muhammed kırk yaşında peygamberlik mertebesine tekabül etmez mi? 

Kırk, Türk, Altay, Orta Asya ve Orta Doğu mitolojilerinin kutsalıdır. Kırk gün kırk gece düğün yapmak tabiri… Destanlarda ve efsanelerde kırk yıllık uykular… Kırk erenlerin sonsuzluğu… Kırk evliya, kırk aziz, kırk mum… Ömrümüz bu sayının tılsımına batıp çıkıyor mutlaka. Bugün benim için bir kırk. Bebeklikte çıkan kırkımın üzerine bilerek ve adım adım sonuna yürüdüğüm ilk kırk. Boğazımda bir ağrıyla uyandım. Hastalık olmadığını içten içe bildiğim, gelecekteki sözcüklerin ve sohbetlerin kapısını sonsuza dek kapatan bir ağrı bu. Resimlerde eskimenin sancısı. Artık yalnızca sayfalarda ve gökyüzüne bakarak konuşabilecek olmamızın yalnızlığı. Derin bir öznesizlik hali. Bugün benim için, helva tadıyla bağdaştırılan kırkın en gerçek hali. 

Yakında şenlikli bir kırk daha bekliyor beni. Yaşam, iki kırk arasına bir doğum sığdırıyor. Bir can doğuyor benden, tam da budandığım yerden anlayabileceğim bir yaşam yükleniyor. Kafamda Ayfer Tunç’un sesiyle geçirdiğim şu kırklardan geriye insan olmanın kara özü kalıyor. Biliyorum ki bu dönem, bu Mart, binlerce evde ve yürekte kırk mum sönüyor. Kimilerinin kırkı birbirinin üzerine katlana katlana canı isyana sürüklüyor. Ölüm, bu dönem topraklarımızın içinde, her yerde. Her birimizin aklında bir olasılık. Ölüm ilk defa bu kadar konumsuz, cisimsiz, her an hepimize parmağının ucuyla dokunacakmış gibi… Ölüm ilk defa bu kadar dişli, kitleler halinde çiğnedi bizi. Ben kendi afetimle, herkes kendi afetiyle, biz birçok insan, kırkın sonundayız. Acımızı üfüre üfüre yaşamın akıcılığına yeniden tutunmaya gayret ediyoruz. Kalıplarımızı kırdık, “İyiyim” cümlesini artık adetten söylemiyoruz. Hayatın kalıpsızlığına şahit oldukça içine düştüğümüz canlı cansız tüm tuzakları daha net görebiliyoruz. Seyreliyoruz. Sessizleşiyoruz. Bekliyoruz. Gözlerin tam içine bakmayı, şeffaf göz kapaklarını aralamayı öğreniyoruz. 

Bugün bir baharın ilk günü. Bugün sıfır derece. Bugün başlangıç. Bugün hatrın ve unutuşun dengesi. Bugün herkes için birçok şey olmak üzere yola çıktı. Benim için yeniden bir yazı paylaşmanın açıklığına dönüştü. Söylenecek şeyler yeniden aklımın zillerini çalmaya başladı. Bugün, bir süredir elimizi tutan tüm acıların kırkı çıktı. Artık acıdığımız yerden tatlı tatlı büyüyebiliriz. 

Paylaşmak ister misiniz?

İPEK SÖZEN

Evrenime hoş geldiniz. Hayatta hepimizin kullandığı bir ortak noktamız var: Sözcükler. Ölümsüzlüğün icadı. Ruhlarımızın tarihini, evrenin kalbinde saklayan sihir. Bir ağacın yeşiline takılan nefes. Henüz yaşanmamış/solunmamış bir tarihin ayak sesleri. Arayışın ‘Daima!’ diye bağıran izleri...

Diğer