Benlik Aşıları Evcil Değildir

Bir buçuk yıldır yakalanmamayı başardığım Covid-19 hastalığına aşısıyla teslim oldum. 

Cümle bir saklambaç havasıyla başlıyor… Bu durum çocuksu bir neşe katıyor az sonra söyleyeceklerimin ardına. Öte yandan başarı sözcüğü geçiyor fakat bunu tam olarak nasıl başarmış olabilirim bilmiyorum. Sadece şansla ve kolonyayla, sadece güç ve bağışıklıkla açıklanamayacak, sadece bedensel olamayacak kadar karmaşık bir hastalık bu. 

Gelelim cümlenin ikinci yarısına… Sonunda hastalığı bile isteye teslim alıyorum. Onu aşmak için. Hatta bu bir düşmanını tanıma taktiği gibi görünüyor gözüme. Aylardır bana ruhsal bir saklambaç yaşatan, tüm dünyayı kendi emrinde bir lunaparka çeviren bu hastalıkla tanışmak istiyorum. Bedenime davet ediyorum… Kimdir? Ne yer ne içer? Nasıl davranır? Nasıl öfkelenir? Nasıl sakin kalır? Nasıl ilerler ? Onunla işler nasıl savaşa varır? Hepsini yana yakıla, ağrılar içinde kıvrana kıvrana öğreniyorum. Bir buçuk günün sonunda taktiğim başarılı oluyor ve savaşı sona erdiriyorum. 

Bu cümlenin tamamına bakalım bir de… Tamamına erebilmek için gerçek bir tanıma ihtiyacımız var. 

Aşı: Hastalıklara karşı bağışıklık sağlama amacı ile insan veya hayvan vücuduna verilen, zayıflatılmış hastalık virüsü, hastalık etkeninin parçaları veya salgıları ile oluşturulan çözeltidir. Mikroplar veya virüslerce oluşturulan hastalıklara karşı vücut, bağışıklık sistemi ile yanıt verir.

Bu tanım içimde bir gerçeği uyandırıyor: Yaşantılarımız bize uygulanan duygu ve düşünce aşılarından mürekkepleniyor. O aşıların izleriyle yolumuzu çiziyoruz. Derimizin acı eşiğini böyle belirliyoruz.

Nasıl mı?

Hepimiz bir acının mucidiyiz. Bu bizi aynı zamanda o acının aşısının kaşifi yapıyor. Yaşadığımız şeyin içinden çıkmak için hepimiz kendimizce bir formül yaratıyor, süreç sona erdiğinde de kendi oluşturduğumuz çözümden emin oluyor, bu ‘benlik aşısını’ tanıtmaya başlıyoruz. Benzer şeyleri yaşadığımızı düşündüğümüz herkese vuruyoruz bu aşıyı. Niyetimiz; korumak, kalkan olmak. Anlattıkça anlatıyoruz, anlattıkça büyüyoruz. Bu bilme hali o denli hoşumuza gidiyor ki hedef kitlemizi genişletiyoruz. ‘Yaşama ihtimali olanlara’ da anlatmaya başlıyoruz öykümüzü. Duymayan kalmıyor. Sohbetimizin ana konusu bulduğumuz aşı oluyor. Cümlelerimiz “Ben bunu yaşadım…” diye başlıyor, “Bunları yaptım… Bunları böyle yapmazsan olmaz… Bence böyle yap… Benim gibi yap… Senin de başına gelebilir… Elbet bir gün başına gelecek hazırlıklı ol… Koru kendini… Sonra … dediydi dersin! Ben söylemiş olayım…” kalıplarıyla devam ediyor. Araya sıkıştırılan duygusal tehditlerle birlikte kişinin eline bir deneyim aşısı tutuşturuluyor. Aşı sahibi, içinde sürekli ‘ben’ geçen cümlelerini bir başkasına sahiplendirmeye çalışıyor. ‘Benlik aşıları’ evcil değildir. Henüz bilmiyor… İşte tam o an bir harf devrimi yaşanıyor. ‘Bilge’ sözcüğünün e harfi sonsuzluğa düşüyor, bir i harfi yerine geçiyor. 

Diğerleri… Yani aşınızla iradeleri dışında tanışanlar… Yani sürekli anlattıklarınıza maruz kalanlar ise… Kimi bu deneyimi daha yaşamamış oluyor. Yaşayıp yaşamayacağı da meçhul. Fakat siz yine de anlattınız. Çünkü hazırlıklı olsun istediniz. Haklı da çıktınız. Sizden dinlediği dehşet öyküsünün etkisiyle hemen korkudan duvarlar ördü kendine. Işıksız kaldı. “Ya bunu ben de yaşarsam…” diye düşündükçe içi daraldı. O kadar panikledi ki sizin aşınızı sorgusuz sualsiz teslim aldı ve hatta belki kullandı. Kendi tepkisini düşünemeden, kendi olmayı deneyimleyemeden sırf korktuğu için mucit olma hayalinden vazgeçti. Hepimizin içinde var olan adaptasyon ve çözüm üretme yeteneğini feda etti. Yani sizin aşınız onu korumak için yapılmıştı fakat en başta onu hasta etti. “Ama bağışıklık kazandı…” diyen bakışlarınızı görür gibiyim. Bağışıklık dediğiniz şey en nihayetinde bir dirençtir. Bir iç sistemi olmadığı sürece direnç, bir dağı omzumuzla itmeye çalışmak gibidir. Direnmeyen, dağını tanır. Toprağını analiz eder. Kendi ruhsal doğasını kabullenebilen “Burada ne yetişir?” sorusunu sorar ve benlik tarımı başlar. Kişi duygusuyla, düşüncesiyle, bunları harmanlayıp oluşturduğu tavır ve tepkisiyle üretime başlar. Asıl aşı, kişinin kendisinin ürettiği duygu ve düşüncenin vitaminindedir. 

Evet, bunu yapıyoruz. Bunu anne babalarımız, anneanne dedelerimiz, teyzelerimiz – amcalarımız – dayılarımız – yengelerimiz, öğretmenlerimiz ve arkadaşlarımız, dostlarımız, işimiz, patronlarımız, eşimiz ve evimiz, bunu bize her zerremiz yaptı. Hepimiz bunu defalarca kez yaşadık ve bu defa biz… Anne ve baba olarak, dayı – amca – teyze – hâlâ olarak, arkadaş, eş, dost, patron olarak, tüm kimlikleri ruhumuza giyip bir yığın yaparak, biz bunu onlara yaptık. Yine bir harf devrimi yaşandı. ‘Bilmek’ eyleminin köküne -en eki geldi ve ‘Bilenmek’ oldu. Keskinleştik. Keskinleşiyoruz. Orta noktalarımızı, ara renklerimizi, anlayış ve dengemizi, sakinliğimizi kaybediyoruz. Bölen ve parçalayan bıçaklar dönüşmeden önce son çıkış, benliğimizde. 

Yine bir aşıyla sonlandırmak gerekirse, “Keskin bıçaklar da elbet bir gün körelir fakat sonsuza kadar ayırdıkları için çok geçtir. Dünya üzerinde yaşayan tüm bıçaklar, bu körlüğe düşmeyelim.”

Paylaşmak ister misiniz?

İPEK SÖZEN

Evrenime hoş geldiniz. Hayatta hepimizin kullandığı bir ortak noktamız var: Sözcükler. Ölümsüzlüğün icadı. Ruhlarımızın tarihini, evrenin kalbinde saklayan sihir. Bir ağacın yeşiline takılan nefes. Henüz yaşanmamış/solunmamış bir tarihin ayak sesleri. Arayışın ‘Daima!’ diye bağıran izleri...

Diğer