Human Design Karakter Tasarımı – Akaki Akakiyeviç (Palto – Gogol)

Gogol’un Palto adlı eserinde yaşayan Akaki Akakiyeviç hepimizi hüznüyle mühürleyen bir karakterdir. Bir zamanlar Dostoyevski’nin kurmuş olduğu, bugün artık bir kalıp olarak  kullanılan ve dilimize yerleşen “Hepimiz Gogol’ün paltosundan çıktık.” sözünün kahramanına gidiyoruz şimdi… Bakalım Akaki Akakiyeviç’in Human Design karakter tasarımı bize metnin içinde neler söylüyor?

Kalbinin tanımını ve kabiliyetini fark edememiş Akaki bir süreklilik kapısının rüzgârında yaşamaktadır. Sürekli… Sürekli… Aynı şeyleri aynı şekilde yapmaya devam ederek güvende olduğuna inanmaktadır. Her gün bir memur olarak çalıştığı sıkıcı iş yerine gider. Her gün -çok sık altı çizilen- Rusya’nın sert ayazına maruz kalır. İş yerinde ise onu etten kemikten yapılma bir ayaz beklemektedir: İş arkadaşları onun her hareketiyle dalga geçer ve onu hissizleşinceye kadar incitir. Öyle ki acının farkında bile değildir Akaki. En son ne zaman canı acımıştır, en son ne zaman ağlamıştır, bilemiyoruz. Bu son cümlenin yapısına dikkat edelim… Çünkü yazar da tıpkı biraz önce benim de istemsizce yaptığım gibi karakterinden bu şekilde bahsediyor. Sanki onu yeni yeni tanıyormuş, evvelini bilmiyormuş gibi… Yazarın bile Akaki’ye bu şekilde yaklaşması bize karakterin içinde uyuyan devasa gücü gösteriyor. Yazar onun tanrısı olma ayrıcalığını karakterine devrediyor ve “Bilemiyorum…” diyor. Akaki’ye teslim edilen bu sınırsız, tanrısal irade ise bir aynılık içerisinde eriyip giderken minicik bir olay domino etkisini başlatıyor. 

Vücudunda ağrıyan iki noktadan paltosundan soğuk girdiğini anlıyor ve terzinin yolunu tutuyor. Daha önce defalarca tamir edilmiş paltonun artık onarılamaz olduğunu söylüyor terzi. Burada asıl onarılamayacak olan nedir? 

Karakterimiz önce derin bir kuyunun içerisine düşüyor fakat kalbinin tanımı derinde ona bir ışık yakıyor. Parayla ilişkisinde daima bir kıtlığı yöneten karakterimiz bu durumu limitleme kapısının da desteğiyle çözümlüyor: Kabilesine maddi kaynak sağlamak için yeterli olacak gücü hayatında kısıtlamalar yaparak buluyor. Kabullenmeyle ateşlenen limitler içinde yaşama hali, başlangıçta zorluğun kapısıyla birleşip bir mutasyon yaratıyor. Akaki bu durumu da sürekli olana kadar sindiriyor ve rahatlıyor. Peki Akaki’nin uğruna kalbinin gücünü kullandığı kabilesi nedir? Şüphesiz terziye diktirdiği yeni paltosu. Birbirini besleyen kabile ve ihtiyaç ilişkisinin en bariz anlatımıdır bu. 

Birçok okurun acıyarak hatırladığı Akaki, sandığımızdan daha güçlüdür. Duyguları otoritesidir. Kopyalama işi onun hayatının aşkıdır. Farkında olmadan her şeyi kopyalayarak yaşar aslında. Bir önceki günü yeni güne, bir önceki alayı bir sonrakine, önceki akşam yediği yemeği bir sonraki öğüne… Kopyalar ve aynılık bu öykünün temel iki unsurudur. 

Paltonun çalındığı an öykünün en talihsiz anı mıdır? Ya da bir başka deyişle asıl talihsizlik nerede gizlidir? Akaki yakınında duran muhafız kulübesine sesini ulaştırabilse paltosunu koruyabilir miydi? Boğaz merkezine bunca zaman duygularını ifade etme fırsatı vermeyen neydi? 

Bu anın hemen öncesinde bir önseme görüyoruz: “Kalbi Akaki’ye bir felaket olacağını sezdirmişti.” diyor. Kalbi tanımlı bir karakter için ne kadar da doğru bir anlatım. Lakin Akaki’yi koruyacak asıl şey beden bilincinin sahibi dalak merkeziydi. Bir kapısı bile tanımlı olmayan, sonuna kadar açık bu merkez Akaki’nin sezgisel gücünü ona parça parça sunuyordu. Dalak gibi sezgisel davranmaya çalışan kalbi kendisine ait olmayan bir görevi üstlendiği için onu koruyamamıştı. 

Akaki ona yardım edebilecek nüfuzlu bir insandan yardım istemeye karar verdi. Adamın kapısında saatlerce bekledi. Nihayet içeri girebildiğinde bir güç gösterisinin kurbanı olacağını bilmiyordu. Adam sırf yanındakine mevkisini ispatlayabilmek için Akaki’ye bağırdı, onu aşağıladı ve “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye kükredi. Bilmiyordu. Akaki kendinin kim olduğunu anlamak üzere tasarlanmış bir jeneratördü. Tanımlı benliği kim olduğumu biliyorum sinyalleri yaysa da Akaki potansiyelini bilmiyordu. 

O gün oradan yıkılmış bir halde çıktı. Tezahür ve ifade aracı olan boğaz merkezini yine kullanamamıştı. İçinde biriken her şeyle kendini ayaza teslim etti ve eve ateşler içinde döndü. Ölüm, kaçınılmazdı. Sayıklamalar içinde öldükten sonra ona hep uzaktan bakan yazarı, “Akaki kimdi?” sorusunu sordu. Hiç sevilmemiş, değer verilmemiş, ruhunda çağlamaya hazır bir yeniliğin suyuna hiç girmemiş, iz bırakmadan göçüp gitmiş bir ten. Peki ya ruhu? Ruhu ondan sonra yaşayan öyküsünün devamını getirmişti. Tanımlı hiçbir merkezini hakkıyla kullanamayan Akaki yapamadığı ne varsa bir hayalet olarak yapmış ve insanlığa “Ben buradayım! Ben hep buradaydım!” demiştir. O öldükten sonra bir hayalet tarafından etraftaki herkesin paltosu bir bir çalınmış, onu görmezden gelen herkes onunla aynı ayaza maruz kalmıştır. Ta ki ona “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye kükreyen mevki sahibinin paltosu da çalınana kadar. Onu paltosundan, kendi anlamıyla kabilesinden soyan Akaki çırılçıplak bırakmıştır, vicdani ayazının ortasında.

Dostoyevski “Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık.” demiş. Bütün bir insanlık yaşamın ayazından ve sertliğinden korunmak için sarınacak bir paltonun arayışından doğduk. Bir paltonun gölgesi, eskimenin korkusu, onarılma ihtiyacının uğultusuyla yaşıyoruz. Bir gün hepimiz Akaki Akakiyeviç ve onun tılsımlı yaratıcısı Gogol gibi ölümsüzlüğü kazanmayı arzuluyoruz.

Paylaşmak ister misiniz?

İPEK SÖZEN

Evrenime hoş geldiniz. Hayatta hepimizin kullandığı bir ortak noktamız var: Sözcükler. Ölümsüzlüğün icadı. Ruhlarımızın tarihini, evrenin kalbinde saklayan sihir. Bir ağacın yeşiline takılan nefes. Henüz yaşanmamış/solunmamış bir tarihin ayak sesleri. Arayışın ‘Daima!’ diye bağıran izleri...

Diğer