At Gözü

Bazen bir dengesizlik tesir eder. Hayatını dengeleyemezsin. Bedenini dengeleyemezsin. Kan dolaşımını kontrol edemezsin. Üşümeni geçiremezsin. Ulaşamadığın bir sıcaklığın kaybına uğrarsın. Isı kaybı günler. Sonra bir an gelir, üstünden su akıtırsın. Kanının da, içinde dinmeyen buzul çağının da dengelendiğini hissedersin. Ellerinin sıcaklığı dengededir. Sanırım hayatta tıkanınca, o tıkanıklığın üstünden su akıtmak gerek. Ellerce. Barajlarca. Su, dokunduğu her şeyi dengeliyor. Ve sen belki de ısınamadığın şeyin aslında o gün olduğunu fark ediyorsun. O güne uyanmaya ısınamadık belki. Ya da gün içinde bir çığ düştü tepemize.

Neden bu kadar üşüyorum ben?

Ciğerlerime inen bir soğuk var. İçime işliyor. İzinsiz bir yaklaşım. Pürüzlü anlar. Tadımlık bir bahar. Üstüme boca edilmiş bir kış. Ne zaman geldiği tarihlerce belli olmayan bir mevsim. Mesela bu yıl benim için kış, Ağustos’ta başladı. Siz yanarken ben üşüdüm. Soğuk terler döktüm. Kış da yakar. Buz yanığı dediğimiz, gece mavisi günler. Kış giderek sertleşiyor. Kendi dünyamın kuzey kutbundayız şimdi. Altı ay kış. Bunun başka bir açıklaması olmaz. Güneşlerin batmayacağı enlemlerime de gidebilecek mi acaba ellerimiz? Eklemlenebilecek miyiz turuncu gülüşlere? Keyif yanığı olacak mı alnımız, burnumuz, gövdemiz? Bu korkulu kış kendini/yerini çılgın bir bahara devredecek mi? Kararlarımın neresinden dönülse kâr olan bir dönem mi bu?

Bazen tanecikli bir koku, illüzyon bir an yaratıyor. Geçmiş zamanın rahmine dönüyorsun bir anda. Geçtiği için korunaklı, ama geçmemişken kâbus olan, kısa devre zamanlara. Her şey, geçince korunaklı. Ama geçince ne anlamı var? Geçmiş oluyor işte.

O yaş geçiyor, o an derini kazıyor, bir başka an beynine matkap dayıyor, tavadan elin yanıyor, çok yanıyor, dört odalı bir eve kalbini sığdıramayıp ağlıyorsun, derdin yanık değil, acın burnunda tütüyor, dört odalı evinin önüne karlar yağıyor, beyazlar çok beyaz, çıldıracak gibi oluyorsun, acın krem bulamamaktan değil, bir elin bileğinde, bir destek timi yaratıyorsun karların arasında kendine, sonra korku diniyor; buradasın. Şimdiki zamanın korku tüneline merhaba.

Bilmiyorsun. Bilmemek nasıl da canını yakıyor. Zarar görmüş bir atın gözleri gibisin şimdi. Endamına gölgeler düşmüş. Vicdan yoksunlarının arasında mutsuzsun. Yelene şekerden bir rüzgâr yapışmış. Çayır çimenin gönlü solmuş göğünde. Ama şimdi yeniden buradasın işte. Yanık nasıl geçtiyse bu da geçer diyorsun. Bir gözden kaybetsen kendini, ah nasıl rahatlayacaksın.

Herkes kendi penceresinden bakıyor. Ne kadar klasik. Bütün pencereleri kırmak istiyorum. Dört nala göğe bakalım. Pencereler gereksiz, kapılar zevk-u sefa. Çatılarını kaldırsın herkes. Yoksa arınmak mümkün değil. Kırın kafesleri. Anlayın beni. Dümdüz bir alanda, apaçık bakın bana. Dehlizlerinizden çıkın. Lütfen kalbinizin eyerini kibrinizin elinden alın. Saygı duyun bana. Naifliği zayıflık sanıyorsunuz, yazık. Ya anlayın hüzünbaz at gözlerimin ne kadar içerlediğini ya da vurun beni.

Paylaşmak ister misiniz?

İPEK SÖZEN

Evrenime hoş geldiniz. Hayatta hepimizin kullandığı bir ortak noktamız var: Sözcükler. Ölümsüzlüğün icadı. Ruhlarımızın tarihini, evrenin kalbinde saklayan sihir. Bir ağacın yeşiline takılan nefes. Henüz yaşanmamış/solunmamış bir tarihin ayak sesleri. Arayışın ‘Daima!’ diye bağıran izleri...

Diğer