İlkyaz Genç Yazarlar Birliği 10. Sayı – “Garnitür Konservesi”

GARNİTÜR KONSERVESİ

Bir konserveyle birlikteyim: Garnitür konservesi. İçinde ne ararsan var, bir hayatı lezzetlendirecek her şey. Rengarenk içindeki potansiyel. Çok uzun süredir açılmadı, bir yerde kullanılmadı. Üretilmeyi bekledi önce. Ham halinden bu haline koca bir süreç geçirdi. Salatalıkların yeşiline âşık oldu, domateslere kızdı kimi zaman, bir patlıcanı çok sevdi, baklayla hiç anlaşamadı. Bezelyelerle bakıştı uzun süre. Ama içindeki bezelye, dışındakiyle anlaşamadı. Tamamlanmayı bekledi, başlangıcın başından beri. Bir parçasını bilinmezliğin tezgahında bıraktı, şişelendi. Hapsedildi cam bir şişenin içine. Kavanozun cam oluşunu fırsat bildi, dışarıdaki dünyayı inceledi günlerce. Bütün görüntüleri çekti içine. Her şeye baktı, baktı… Raf ömrünün süresi kadar bir umutsuzluk taşıdı özünde. Yararlı olmak istedi; birinin damağına ulaşmak, var edildiği amaç için kavrulmak, pişmek, kokmak ve hazır olmak.

Ben, bir başka konserveyim. Ondan tam iki yıl sonra üretildim. Aynı markanın farklı ürünleriyiz. Aynı adın farklı karşılıkları. Aynı gölgenin farklı yaprakları. Aramızda iki sıra konserve vardı bir süre öncesine dek. Bir şey bizi hep birbirimize çekti. Hayallerimizi konuştuk. O, bir balığın yanında meze olmak istiyordu. Deniz kenarında, rakılı, şarkılı sofralar hayal ediyordu. Anason kokusuna sarılmak en büyük hayaliydi… “Bir gün biri bir kahkaha atacak, o sırada Zeki Müren çalacak, sonra rakısından bir yudum ve ardından çatalın ucunu değdirdiği mezeyle diline ulaşan hazda ben… Çok sıcak olacak içerisi, anasonla eriyeceğim… Kulağımda bir gülüşü asılı kalacak bir de Zeki Müren..” derdi.

Hayranlıkla dinlerdim onu…

Sonra bir gün önümden geçen bir kadınla göz göze geldik. Aniden kadının eli bana uzandı ve beni avucuna aldı. Uzun uzun inceledi beni. Senden ayrılacak olmanın korkusuyla titrerken kadının çantasındaki kitaba kaydı gözlerim. Belki de dedim, belki de bu, sözcüklere ulaşan bir kadındır. Hayalimdi benim sözcükler. Reyondaki bütün ürünlerin hikayelerini üstlerinden okudum. Hele seninkini, neredeyse her gün defalarca okudum. Özüme kazımak için. Küçük kız bir gün kitabını düşürdü, düzenleyiciler gelene kadar şaşkınlıkla okudum her yerini. İçimin görebildiği kadarını. Okuyamadığım kısımları hayal ettim. Mesela karşıdaki mavi kitap bir balığın hikayesi, sarı olan mısırın tarladaki günlerini anlatan heybetli bir roman olmalı. Ben hayalimin içinde dolanırken kadın beni aniden senin yanına bıraktı. Önce bir şaşırdık ama sonra anladık ki biz öz olarak hep birlikteydik zaten. Anladım ki ben hep senin yanındaydım. Senin dostluğundu, beni bu cam hücrenin içinde yaşatan. Bir süre daha birlikte yaşadık. Seni bugüne getiren tecrübelerini anlattın bana. Varoluşunun hikayesi sana daha da saygı duymamı sağladı. Etrafımızdakiler bir bir eksilir ve aramıza yeniler eklenirken, bir gün bir şey itiraf ettin bana: “Ben çok yakında öleceğim.” İçim, bunu kabul etmek istemedi. Derin bir kedere gömüldüm. Raf ömrümden bir yıl eksilttim gidecek olmanın acısıyla.

Bir süre daha geçti, sessizce nesneleşerek bekleştiğimiz. Sonra bir an neşeli bir kalabalık geldi önümüze. Birbirlerine hangi reyona uğrayacaklarını söylediler ve bir kısmı gitti. Benim matematiğim iyi olmadığı için kaç kişi olduklarını sen saydın. Sekiz kişilermiş. Sen, sayılar konusundaki yeteneğin sayesinde hesapladın ya zaten öleceğin günü. Senden benim öleceğim günü de hesaplamanı istedim ama sen, “Zaten cam bir kafesin içindesin, seni bir de sayıya hapsetmek istemiyorum.” dedin.

Ben bunları düşünürken yaşam çizgimizi değiştiren bir an yaşandı. Biri önce seni sonra beni aldı eline. Ve market arabasının demir parmaklıklarının arasında başladık serüvenimize. Bir dünya turuna çıktık seninle. Bütün ürünleri gördük, evrenimizdeki herkesi. Durduğumuz yerlerdeki her şeyi okudum. En azından biraz kafam dağıldı. Sonra diğerleri geldi ve sen yan arabadaki rakıyı fark ettin. İçinde gördüğüm bir anlık ışıltı her şeye değerdi. Bizi koydukları torbada çok yakındık seninle… Araba sarsıldıkça iyice birbirimize yapıştık. Aramızdaki boşluklar ilk defa bu kadar kapandı. Biraz utandım… Ama hayatımın en güzel anıydı. Mavi beyaz bir mutfağa getirdiler bizi. Tezgâhın üzerinde, pencereye çok yakın bir mesafedeydik. Heyecanla yemekler yapılıyordu. Senin gözlerin parladı. “Hayalimi yaşamadan ölmeyeceğim galiba..” dedin. Sen evin bütün detaylarını incelerken biri sana yaklaştı ve eline bir bıçak aldı. Ben korkuyla karışık bir merakla izlerken sen bahçenin detaylarını görmeye çalışıyordun. Aniden seni elinde hafif yana yatırdı ve bıçağın ucunu kapağının içine biraz sokarak yukarı doğru kaldırdı. Sen yıllardır tuttuğun nefesini bıraktın ve kapağın açıldı. Saniyeler yavaşladı o an, görünüşün değişti birden. “Nasıl bir his?” diye sordum sana, “Bir doğum gibi, yeniden doğma hali.” dedin. Kendini doğurmuştun sen. Sonra aynı el benim kapağımı açtı. Biri gökyüzümü üstümden almış gibi, sonsuz bir ışık doldu içime. Özümdeki görünmez endişeler ve varoluş mücadelem uçup gitti üstümden. Artık vardım. Bizi kocaman bir havuzun içine döktüler aynı anda. Seninle karışmak, hayatımda yaşadığım en güzel histi. Senin her yerime nüfuz etmen, içimdeki tüm boşlukları doldurman… Hazırdık artık hayata. Birdik, bizdik.

Sonra başkaları eklendi aramıza. Bir süre buzdolabındaki dostlarımızla vakit geçirdik. Ve sonra yolculuk başladı yeniden. Götürüldüğümüz bahçe bizim cennetimiz olmalıydı. Bembeyaz bir örtünün üstüne, bembeyaz bir tabakta biz. Diğerleri yanımıza dizildiler teker teker. Sonra insan sesleri ve gülüşleri artmaya başladı. Hiç bilmediğimiz kokular duyduk seninle. Tabağımızın sonuna denk gelen bardağa su koydular. O suyun ardından masaya gelenleri izlerken bardağa eklenen bir şeyle görüntü gitti. Sen önümüzdeki şeyin rakı olduğunu anladığın an terlemeye başladın. Seni sakinleştirmem hiç kolay olmadı. Sana, terlersen lezzetinin kaçacağını, hayaline çok yaklaştığını, ama sakin ve soğuk kalman gerektiğini anlatmaya çalıştım. O sırada yanımıza yaklaşan tekerlekli bir sehpada kağıtlar ve kitaplar geldi. Bizim gibi hayallerimiz de bütünleşmişti. Yemeğe başlayan herkes, kadehlerini kaldırdı. Şiirler okundu sırayla. Herkes kâsenin içinden bir kâğıt seçiyor ve bir şeyler okuyordu. Şiir kurası, dedi biri. O an bir dilek hakkım daha olsa, o kağıtlardan birini de ben seçip okumak isterdim. Dinlediğim sözcükler, eşsizdi… Bugüne kadar okuduklarımdan farklı, benzersizdi. Zamanın yavaşladığı bir anda, “Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar, yeryüzünde sizin kadar yalnızım.” dedi Zeki Müren ve bir çatalın gölgesi düştü üzerimize. Seninle ikimiz bir çatalın üstünde, göğe yükseldik bir süre ve açılan bir ağzın nefesinde… İçeri girerken son bir kez baktım yüzüne, anason kokusuyla sarmalanmış, kendi cennetini kazanmış biri gibi gururluydu ifaden. Var olmanın hazzıyla daha da değişmişti çehren. Özün yaşıyordu. Biz vardık. Ve ağız gülümsemeyle dağılarak kapandı.

İlkyaz Uluslararası Genç Yazarlar Birliği’nin Eylül sayısında yayınlanan yazıma ulaşmak için tıklayın.

Paylaşmak ister misiniz?

İPEK SÖZEN

Evrenime hoş geldiniz. Hayatta hepimizin kullandığı bir ortak noktamız var: Sözcükler. Ölümsüzlüğün icadı. Ruhlarımızın tarihini, evrenin kalbinde saklayan sihir. Bir ağacın yeşiline takılan nefes. Henüz yaşanmamış/solunmamış bir tarihin ayak sesleri. Arayışın ‘Daima!’ diye bağıran izleri...

Diğer