Luna Yayınları Öykü Ödülü 2020 – “Mavi Tuna”

Tuna Nehri

Efendim, merhaba…

Ben zamanın köklerine asılıp, gücünü ilerlemekten alan, yönünü tarihinin gücüyle bulan Mavi Tuna. Kuş gibi bir isim değil mi? Uçarı bir havası var. İsmim çok değer verdiğim bir ruhdaşımın hediyesi bana. İsmim onun ruhunu taşıyor. Birçok kişiye göre uçmak, özgürlüğün başkenti. Bunun için ismimi pek severler. Lakin ben uçmanın dokunulmaz bir özgürlük olduğu kanısındayım. Ben daha ziyade akmak istiyorum. Hayatın içinde yol almak, ulaşılabilir olmak… Birilerinin zihnine ilham olmak, bir doğum hali gibi taptaze kalmak istiyorum. 

Efendim, benim yaşantım saraylardan hamamlara, yer çekiminin söğüde hayranlığına, savaşa meydan okuyan muzaffer umutlara, dağlardan ormanlara, zamanın izlerini silemediği tarihe uzanır. Çok kalabalık bir ailenin üyesi olarak doğmuşum. On dokuz kişilik bir aileden geliyorum. Hepsine minnettarım. Beni ben yapan özü, ruhumun alüvyonunu onlara borçluyum. Onlar bana köklerimi hatırlatan yaşam kaynağım. Zaten aile dediğimiz şey de tam olarak bu değil mi? 

Aile, gelişmenin ilk tarihçesi. Ailemizden doğup hayatın içinde aktıkça, darbeler aldıkça, bu darbelerle yeni şekiller kazanıp, yeni yollar aşındırdıkça, tıpkı dalından düşen bir nar gibi ailesinden parçalanıyor insan. Narın bereketinden süzülüp, tane tane öğreniyoruz ilerlemeyi. Benim öyküm de böyle başladı işte. İçimdeki nar demini aldı ve düştü dalından. Etrafa kendi rengini sıçrattı. Bunu kirlenmek olarak görenler oldu… Lakin ben her daim kendi rengimi taşımanın gururuyla yaşadım, yaşıyorum. 

Tuna Nehri, Breg ve Brigach nehrinin birleşimi ile oluşur ve yoluna Tuna olarak devam eder.

Efendim, Karaorman’ın doğu yamaçlarında yaşayan Breg ve Brigach çiftinin çocukları olarak dünyaya geldim. Doğduğum toprak, Almanya. Bunu özellikle belirtmek istedim çünkü, bizi var eden toprakların ruhumuza bir şeyler üflediğine inanıyorum. Bu, yaşam boyu peşimi bırakmayan bir his. Maruz kaldığım acılar, tanık olduğum işkenceler esnasında tohumlarımı çatlatan, beni geleceğe sürgüne yollayan, adımları daima izlerimin üzerinde olan, kıpkırmızı bir his. Benim ruhum mavidir… Öykümün başlangıcında bahsetmiştim… İsmimden… Tınısından, sihrinden… Efendim, kırmızının galip geldiği dünya zamanlarında, tüm rengimi kırmızıya karıştırıp onu huzurlu bir mora dönüştürmek isterdim. Başını dehşetten kaldırmış, barış gibi gülümseyen bir mor… Sonra da o moru tüm insanların suratlarına takmak isterdim. Eşsiz bir küpe, ışığıyla can veren bir kolye takar gibi… Dünya zamanı diyorum çünkü bu tanım bana babamdan yâdigâr.

Babam hep derki ki: “Zaman ikiye ayrılır. Senin ruhunda çağlayan an ile gözünde yaşayan zaman aynı olmayabilir. Korkma… Sen kendi zamanında ilerlemeye devam et. Bazı varlıkların ruhları arasında doğal bir meridyen farkı vardır. Hiç kimse için vaktinden önce ileri gitmeye, sırf birine ulaşmak için gerilemeye çalışma. Kendi konumunun farkında ol ve yoluna devam et. Kendi tadında ol. İçindeki akışa sahip çık. Bunu başarırsan, zaman farkı asla dengeni bozamaz.” derdi. Bu, zamana dair öğrendiğim ilk şey. Bana derinliğimi veren öğreti. 

Beni var eden aileme gelecek olursak… Babam Breg annemden daha uzundur. Aslında bu fiziksel açık, ruhsal yaşamlarına da sirayet etmiş durumda. Babam annem için daima ulaşılmaz bir konumdadır. Annem adının anlamını tüm benliğiyle taşır: saf bir su gibidir. Annem aktıkça, babam anıtlaşır… Babam bir anıt gibi nadir ve estetik, annem su gibi doğal, hava gibi gerekli…İşte, bu benim çekirdek ailem. Daha doğrusu, onlar benim çekirdeğim. Merkezimde saklı ilk halim. 

Onların bu tantanalı ilişkilerinden kaçmak ve kendimi bulmak için ilk ilerlediğimde çok acı çektim. Evet ilerlemek dedim çünkü, bunu bir gidiş değil, ilerlemek olarak görüyorum. 

Tuna Nehri yolculuğu boyunca on ülkeden geçer ve her ülkede farklı bir adı vardır.

İlk adımım Almanya… Kurşun kalem ütopyam!

Eminim siz şimdi içinizden Tuna coştu diyorsunuz…

Evet coştum çünkü orası benim nabzımda atan vatan. Gözlerimi kapatıp Almanya’yı düşlediğimde, dans eden kurşun kalemler canlanıyor kalbimde. Mavi bir vals… 

Tarihiyle kurşun kadar ağır, kurşun gibi delik deşik olan ülkem,

Her an tarihe bir şeyler yazacak kadar yaratıcı,

Her an silip yeniden var olacak kadar da özgürdür. 

Kurşun kalem ikilemidir benim ülkem. Her an kırılıp yıkım olabilecekken, dünyanın eşsiz bestelerine yol olabilir. Sanat ruhları doğurur. Sonra onlar benim ruhdaşım olur… Öykümün başında, valsin mavisini bana hediye eden ruhdaşımdan bahsetmiştik, hatırlarsınız.

Vals yapan kurşun kalem uyumsuzluğudur benim ülkem. Böyle bir şeyi hayal edince gülümsersiniz. Ama ya hayal etmeseydiniz… 

Gelelim yolculuğuma… Ülkemde, eski bir kitap sayfası gibi kayıp diyarlar gördüm. Her harfi yüzlerce boyuta sahip ülkemin bütün harflerini ters yüz edip, bambaşka sözcükler kurdum.

Eşitlik anlayışında binlerce yeşil,

İmkân sahibi mucizeler,

Medeniyetin bulvarlarında koşturan ben…

İlk ilerlediğimde, kendimden bir adım öteye ilk kez gittiğimde, sanki vücudumdaki tüm suyu kaybetmiş gibi kupkuru kaldım. Kocaman bir yaz ayı gibi kurudum. Kendimden eksilttim. Ama dönmeyi gururuma yediremediğim için yoluma devam ettim. Kendi ülkemden çıkana dek peşimi bırakmayan sancı, bir süre sonra kayboldu.

Tuna Nehri içinden geçtiği her ülkenin tarihine ve kaderine tanıktır.

Avusturya’ya girdiğim ilk an kendimi dünya vatandaşı gibi hissettim. Sarp dağlardan yaylalara kıvrıla kıvrıla geçerek Linz’e ulaştım. Doğayla iç içe geçirdiğim inişli çıkışlı yemyeşil günler bana özümdeki başka bir Ben’i hatırlattı. Ruhumu yaslayacak yeni bir “Ben” bulduğumda rahatladım. Anladım ki, insan çoğalınca rahatlıyor. Evrendeki her şeyin bir rengi olduğuna inandığım için, geldiğim ilk günler buranın rengini keşfetmeye çalıştım. Bir ruha, bir şehre rengini veren neydi? Bu renkler birbirleriyle karışıp dönüşebilir miydi? Beni gören herkes ne kadar şeffaf biri olduğumdan söz eder… Lakin size bunları anlatıyor olmam, bendeki maviyi size tanıtmak için… Bende bir mavi var ki… Derinliğimce bin mavi. 

Bu duygu seli beni bambaşka bir yere sürükledi. Tarihe ve sanata yön veren Viyana’ya… 

Denizime tuz düşüren,

Bakışıma yeni bir kıvam, farklı bir öz veren,

Yollarıma iz düşen,

Hayallerime yol çizen, 

Şaşkınlığımı yeşillerle çevreleyen,

Anlar, duraklar ve yaşantılar sunan,

Bana şiirler yazdıran büyüleyici Viyana… 

Tuna Nehri’nin %10’luk bir kısmı Viyana’da yer almaktadır.

Viyana’yı yaşamak sınırlarımı genişletti. Kendime ait tüm kuralları, setleri ve tarifleri yıkmak istedim. Bir elektrik akımı gibi çevremi saran enerjim kısa sürede fark edildi. Uzun bir süre enerjimden faydalandılar. Başkent, bana hayat verdi. İşte o zaman Viyana’nın rengini keşfettim… Suyun yüzüne vuran bir ışık sarısı… Kimi zaman turuncuya çalan, krem rengi yansımalar yapan, kendi içinde dönüşümlü bir Sarı – Turuncu harmonisi. Üretimin en canlı hali. Enerji üreten ve kendini bu enerjik haliyle türeten muazzam şehir. 

Bir süre sonra, dünya zamanı ve benim aramdaki meridyen farkı kendini göstermeye başladı. Buradaki yeni hayatım zamanla bir basamak gibi göründü gözüme. Bu basamağın ardında benim adımlarımın yolunu gözleyen başka dünyalar varmış hissine kapıldım. Ve yeniden yola çıkmaya karar verdim. Anlayacağınız içimdeki nar bir kere daha dalından düşüp parçalandı.

Bratislava

Viyana’dan sonra kuzeyde Morava Irmağı’nı da ruhuma katarak Slovakya’ya geçtim. Geçmişte başka isimlerle andığım Slovakya… Size çok ilginç bir bilgi vereyim: içinden geçtiğim bazı ülkeler kimlik değiştirdi.  Tıpkı benim gibi… Ülkeler bile kendini – ismini – cismini yeniden inşa etme cesaretine sahipken, sabit kalan ruhları anlayamıyorum. Durağanlığın inadı, aynılığın tekrarı bu. Ya da babamın dediği gibi, meridyen farkı korkusu. Yani farklılığın korkusu.

Nerde kalmıştık… Hah… Buradaki ilk günlerimde Bratislava’daki büyük kışlık limana sığındım. O buz kokan liman günleri bana bir şey öğretti: Herkesin bir limana ihtiyacı var. Bazen cennetten bile kaçmak, ışıktan ve güzellikten bile kendini korumak istiyor insan. Sığınmak, ne kadar sıcak bir eylem. Bir yuvayı çağrıştırıyor ruhuma. Sonsuzluğu değil ama şu anı kalbinde taşıyan bir yuva.

Bratislava’da kendi biçimsizliğime, kabıma sığmaz hallerime benzer bir hal buldum. Yepyeni bir tavır keşfettim. Benim özümden bir parçayı taşıyan, daima bana bakan kalesiyle ruhumu koruyan şehir… Bu şehrin rengini hiç aramadım. O renk bendim. Kalenin surlarından taşan, heykellere bulaşan, bazen çok mavi bazen çok yeşil bir tondum ben… Mavi’nin Bratislava tonu. 

Lakin insan zamandan kaçamıyor. Limanın bana yaşattığı bu ılık hissin ardından bir süre sınırlarda dolaştım. Karpat dağlarının koca bir sırasını aştım. Bu aşım ve sınırlarda dolaşım beni yolculuğumun içinde kocaman bir düzlüğe taşıdı sonunda. Deniz yeşili günlerimin başlangıcına ulaştım. Başlangıçların tadı ne kadar güzel, ne kadar mavi…

Yolculuğumun bu aşamasında yeni bir his beni takip etmeye başladı: ruhuma, varlığıma karışabilecek bir eş… 

Öykümün bu noktadan sonrasını söğüt ve kavak ağaçlarına adamak istiyorum. Onlar ki, benim ıssızlığımın yeşil yıldızları, yalnızlığımın tatlı hâreleri. Yaşantımızın kıyılarına çok şey borçluyuz. Bir an durup nefeslendiğimiz o kıyılar, tam da bizi var eden karalar. Bunu da bana Budapeşte öğretti. 

2.Dünya Savaşı’nda öldürülen Yahudilerin ayakkabıları…Budapeşte Parlamento Binasının hemen önünde, Tuna nehrine hüzünlü bakan ayakkabı heykelleri…

Budapeşte beni hüznüyle büyüten Başkent. 

Sahibini kaybetmiş ayakkabıların kaybını Buda’ya haykıran, 

Bir felsefe gibi ışıl ışıl Meclis’ten dağılan bir hüzün kıyısı. 

Tarihini acısında döven, naifliğinden süzülen bu şehir benim tüm kalelerimi darmadağın etti. Üstelik sadece durarak. Çabasız var olarak. 

Benim için Budapeşte’deki akış, buruk bir neşe gibiydi. Suyun içinde kırılan aynalar gibi…Heterojen zamanlar yaşadım. Burukluğum neşeme bulaşmadan, geçişler halinde yaşadım. Mor zamanlardı. Lakin şehir lilâydı. Pastel anlar yaşatıyordu insana. Hüznüm geldikçe koyulaşıyor, neşem köşeden gülümseyince eflatunlaşıyordum. 

Hırvatistan Tuna’nın beri yanı…

Hüznümü sağaltmak için güneye, Hırvatistan’a indim. Ruhuma adalar ve güneşler katmak istedim. Bir ada rengi Hırvatistan… Bir kuzey pembesi. Göğsüme bir umut ilikleyen bu ülke, arayışıma pembe gözlükler taktı. Bir gün ruh eşimle buluşacağıma yürekten inanmaya başladım. İşte tam bu umutlu noktada, batıdan gelen Drava ve kuzeyden gelen Tisa ile karışmam bana yepyeni bir kimlik kazandırdı. Sanki onlar kayıp bir uzvummuş ve yavaş yavaş tamamlanıyormuşum gibi bir his…

Sava Nehri Avrupa’da bir akarsudur. Tuna Nehri’nin sağ kollarından biridir. Sırbistan’ın başkenti Belgrad’da Tuna Nehri ile buluşur.

Bu yeni kimliğim beni Belgrad’a Sava olarak getirdi. Yaşantımın üçüncü başkenti bir dönüşüm başlattı ve benim bir parçamı değiştirdi. Belgrad’ın doğusunda hayatımın en önemli dönemine girdim. Balkan Dağları ile Transilvanya Alpleri’ni birleştiren derin vadiden geçerken kendimi Simurg’u arayan bir kuş gibi hissettim. Öykümün başında bahsettiğim gibi… Mavi Tuna sanki bir kuşmuş gibi… Ne aradığından habersiz. Yorgunluğundan azade. Belgrad yaşantımdaki dönüm noktası oldu: Sava ile buluştum. Sava ile karıştım. Sava ile bir oldum. Sava oldum. Bu ömrümün en homojen anıydı. 

Çaldı ruhumun çanını! Güverteye çıkıp el salladım. Mutluluk bütün kanallarımdan aktı. Sava sağ kolum oldu. Serüvenime tamamlanmış olarak devam ettim. Artık beni ne parçalayabilirdi ki?

Burası Beyaz Şehir’di. Tutkunun ve yaşamın sentezlendiği bir beyaz. Tüm renkleri karıştırarak elde ettiğim bana ait beyaz bir alandı bu. Artık hangi renge dokunursam dokunayım, üzerimde ışıldayacak, kendini bulacaktı. Sanki ben bir yıldızdım ama bu zamana kadar ışığım yoktu. Işıksız bir yıldız için kendini bu dünyaya kabul ettirmek zordu. Artık hem ışığım hem de onu yansıtacak bir varlığım vardı. Parlıyordum.

Tuna Nehrinin Üzerinden Geçtiği 6 Avrupa Şehri

Arayış vadisini de aştıktan sonra kalbimdeki ağırlık dağıldı ve bir süre sel gibi çağladım. Romanya – Bulgaristan sınırına geldiğimde duruldum. Ülkelere köprüler kurdum. İçimdeki dinginliğe inandığım için burada çok fazla kalmadım. Bu sınır benim düşünceler anıtım oldu. Bu yol… beni nereye götürüyor? Bu yolculuk beni nereye taşıyor? Kaça bölündüm? Kimlere elimi kolumu uzattım? Bu uzanışlar beni çoğalttı mı, eksiltti mi? Tamamlanmak diye bir şey gerçekten var mı? Bir nar tanesi bir ağaca dönüşebilir mi? Zaman bu dönüşümlerin neresinde kalıyor? Sorular adımlarımın önüne geçip koşmaya başladı. İçimdeki karmaşayı durduramayınca kendimi şaşırtacak bir şey yaptım ve aniden kuzeye yöneldim. Bu keskin yönelişime Cernevoda bile şaşırdı. Kuzeye gidip bu duyguları soru işaretleri ile beraber dondurmak istedim. Biraz da buz kokan limanımı özledim. 

Sonra bir anda bir şey oldu. Yolculuğumun arafında kaldım. Dinginliğimin son kırıntısı geri dönmem, paniğimin sesi ilerlemem için bağırdı. Ve ben o anda, paniğimin ilerlemem için işaret ettiği yönün aslında geri dönmek olduğunu fark ettim. Kalas’ta yeniden yön değiştirerek kendimi şaşırttım ve doğuya yöneldim. Moldova’ya geldiğimde cesaretime hayran kaldım. Balkan ülkeleri bende yepyeni bir imgelem uyandırdı: sahip olduğu her şeyi mayalayan bir kaynak.

Yoktan var eden yaratıcı bir amaç,

Ve bir anne kadar anaç,

Şefkat kokan Balkanlar…

İçimde son bir kez bir nar parçalandı. Kendi rengimin tadını aldım. 

Tuna’nın Yol Haritası

Ukrayna’ya vardığımda kendimi ilk defa hazır hissettim. Dökülmek için… Önce boşluk hissi, sonra yudum yudum dolmak, kendine yenilip taşmak, taştıkça azalmak, kabına sığmamak, sonra hacmini parçalamak, özgürlüğün tadım testi ve denge arayışı. Benim sorularımın işaretlerini silen bir cevabın sesi. 

Karadeniz’de kendi deltama vardım. Ben artık vardım. Kollarımla, alüvyonumla, tuzumla, kumumla, dolup taştıklarımla, kucak açtıklarımla, sonuna kadar kaçtıklarımla, arayışlarımla… ben artık bana vardım. 

Ben Mavi Tuna. Zamanın içinden geliyorum. Tarihin içinden geçiyorum. Bir nehrin hafızası, bir mavinin adanmışlığıyım. Evrenin rengine, suyun serinliğine inanıyorum. Ruhuma takılan notalar, yönümden esin alınarak çizilen rotalar var. Dizelerine takıldığım uçurtma misali hür şiirler, şarkılar, yüreğimde tüten türküler var. 

Ben Mavinin Tuna’sı. Geçtiğim her toprakta bir isim, bir hacim, bir bereket bırakarak, beni ben yapan bir yolculuktan alıp başımı gelmişim…  Dengemi yudumluyorum.

Luna Yayınları
Paylaşmak ister misiniz?

İPEK SÖZEN

Evrenime hoş geldiniz. Hayatta hepimizin kullandığı bir ortak noktamız var: Sözcükler. Ölümsüzlüğün icadı. Ruhlarımızın tarihini, evrenin kalbinde saklayan sihir. Bir ağacın yeşiline takılan nefes. Henüz yaşanmamış/solunmamış bir tarihin ayak sesleri. Arayışın ‘Daima!’ diye bağıran izleri...

Diğer