Ahmet Ümit – Bab-ı Esrar
Bu yazı bir kitap incelemesinden çok uzak olacak. Zira ruhumdan taşan bir teşekkür ve minnet duygusunun bir ize dönüşme isteğiyle yazıyorum. Ruhumdaki tek malzemeyle…
Her kalbin her kitap için ayırdığı belli bir zaman var. İstanbul’a ilk geldiğimde Nermin Mollaoğlu’nun bana hediye ettiği bu kitap, bana buradaki ilk günlerimin deşifresini yaptı. Bir yenilik denizinin içinde yüzerken, mavileri ayıran bir kudretle bana hafif bir kanat taktı. Şahit oldu, tanık oldu, destek oldu, anlam oldu, manâ oldu, şifa oldu. Olmak eyleminin kendisi haline gelene kadar devinip durdu.
Şimdi buradan hareketle ilk teşekkürüm, insanlara sözcükler hediye eden Nermin Mollaoğlu’na… Farkında olmadan, hediyesiyle bana dost OLDUĞU için…
İkinci teşekkür durağım evrene… Bab-ı Esrar’ı benimle buluşturduğu, evimin ilk sözcük konuğu olduğu için. Her şey nasıl da zamanında…
Üçüncü teşekkürüm, yeşiller bana göz kırparken ruhumu çırpan esintiye ahenkle eşlik eden bu kitabın emektarlarına… Her sayfasına, satırına, noktasına eli ve emeği değen herkese…
Emekten yola çıkan en mayalı teşekkürüm de, değer yaratan Ahmet Ümit’e…
Müthiş bir yolculuğun kapılarını araladığınız için.
Şems ve Mevlânâ‘yı kalbinin kıblesinde daima taşıyan biri olarak, bambaşka dehlizlere girip çıktım. Onlara ve aşka dair okudukça içimde yanan ateş, zaman içinde sorularla küllenirdi. Karen’ın içinde yaşadığı dünya ile bir türlü bağdaştıramadığı bu aşk evreni bu sebeple bana çok tanıdık geldi. Onlarınki bir evren ise, bizimki bir dünya. Bizimki aşk ise, onlarınki derya. Onlarınki bir okyanus ise, bizimki bir damla. Zihnim onları benliğimden ayırmadan, karşılaştırma yapmadan sonuçlara ulaşamıyor. Kalbim ise, bir olanı parçaladığım, ikilik yarattığım için sitem ediyor.
Tıpkı Karen gibi mantığım ve kalbimi el ele tutuşturamıyorum. Onları aynı dünyada barıştıramıyorum. Sanırım bu ikilemin çaresi, bu iki cihanın eylemlerini değiştirmek: “Kalbinle düşünüp, aklınla sevmek/hissetmek…”
Mennan’ın babalığı tam bu noktada ruhumun kapısını öyle bir çalıyor ki… Kendim de öyle bir babaya sahip olduğum ve bunun sözcüklerden bir kurgusunu bulduğum için evrene bir kez daha teşekkür ediyorum.
Karen’ın annesiyle olan telefon konuşmalarında, derviş olmakla ilgili işaret ettiğiniz bir nokta ansızın öyle bir anlam kazandı ki… “Onlar gerçek anlamda hiçbir zaman âşık oldukları varlığa ulaşamayacakları için içlerindeki sevda ateşi de hiç bitmeyecek.” diye başlıyor ve onların yaşadığı aşkın boyutsuzluğunu anlatıyorsunuz. Benim gözümün önüne ise hemen ipinden kurtulan bir balon geliyor. Bu imgenin peşinden gerçekten gittiğimde ise şunu fark ediyorum: Bu renksiz balon, içinde bir nefes taşıyor ve göklerdeki derin solukla buluşmak, onunla bir olmak, çevresindeki bu zarı yırtmak istiyor. Bunu yapmak için iplerine ve onu tutan ellere veda etmesi, hafif kalması gerek. Vedalar bir özgürlüğe dönüşüyor ve yükseliyor.
İşte tam da bu anda aklıma annemin bana bakan gözleri geliyor ve neden kadın dervişlerin bu denli az olduğunu, hafızalarımızda dervişlik mertebesinde neden hep erkeklerin yer ettiğini anlıyorum: Var ettikleri ve var ettiklerini asla bırakamayacakları için. Annelerimiz için o balonun içindeki soluk biziz. Yani babalar güçlü bir rüzgâr ve hava ise, anneler kök ve toprak. Köklerimiz daima onların ellerini tutuyor ve güvenle uzuyor. Babalar ise başımızın eriştiği, gözlerimizin değdiği yerdeler.
Her iki katman da beni huzurla dolduruyor ve annesiyle olan son konuşmasında bu huzur, gözlerimden sızıyor. Nemli mavilerle, sakinliğin yeşiline serin bir bakış atıyorum. Ve hemen yazmaya koyuluyorum.
İşte buradayız.
Bu sözcükleri bizimle buluşturan engin kalbinize ve ona kadim bir güçle eşlik eden aklınıza bin teşekkür, bin minnet…
Sevgilerimle.
Şems ve Mevlânâ‘yı kalbinde hissederek yazan, üreten canım kızım, çok uzun bir olma ve olgunlaşma yolculuğunun
başındasın. Farkındalığın, özgürlüğün ve kalbin yoldaşın olsun…