Aile Albümü
Mart ayından beri içimde annelikle ilgili bir motto dönüp duruyor: Annelik aynı şeyleri her gün farklı bir şekilde yapmaktır.
Toprak’ın 1. yaş günü yaklaştıkça bu mottonun ve duygunun yazısını yazmak istedim. Sürekli “henüz erken” diyerek ve kendimi Mayıs ayının duygusuna teslim ederek beklettim. Mayıs ayı geldiğinde müthiş bir yoğunluk başladı ve o yazıyı yazacak sosyal-duygusal alana sahip olamadım. Toprak’ın doğum günü geçti. Hatta üzerinden neredeyse bir ay geçti. Yazıyı şimdi yazabiliyorum. Ve bir “yazan” olarak geçirdiğim tüm sürede öğrendiğim en önemli şeyi uyguluyorum: Ne zaman gelirse o zaman yaz.
Gelecek olanın ne olduğu bir kalemin sahibine göre değişir. Kimi ilham olarak tanımlar, kimi enerji der, kimi ilk cümleyi bulmaktan bahseder. Benimkisi bunların tümünü kapsayan ve sözcük fikriyle ateşlenen başlama hali. Ancak o içimin kapısını tıklattığında yazarım.
Ben sabırsız doğası olan biriyim. Her şeyi hemen, hızlı hızlı ve pratik bir şekilde yapmak isterim. Yazıya başlayabilirsem bu özelliğim hemen devreye girer ve muhtemelen yarım saat içerisinde yazıyı tamamlarım. Fakat sözcüklere ulaşmak ve yazıyı başlatmakla ilgili kendime sonsuz sınırsız alan tanırım. O istek, motivasyon ve ilk cümlenin kıvılcımı gelmezse gelmez. Bazen ilk cümle gelir yazıyı sürdürecek çaba gelmez. Bazen yazı kendini bir türlü tamamlamaz. Ama bildiğim bir şey var; sözcükler yaşamın daimi bir parçası ise o an mutlaka gelir. Burada yazar olmaktan bahsetmiyorum, yazıyı hayatın içerisinde bir araç olarak kullanmaktan bahsediyorum.
Çok öfkelendiğiniz birine o kıvılcım zamanı geldiğinde kimsenin bilemeyeceği bir mektup yazabilirsiniz.
Her hafta günlük yazarak yazılı bir anı hafızası oluşturabilirsiniz.
Duyguların içinizde sıkıştığı bir anda bir şiir yazabilirsiniz.
Deneyimlerinizden oluşan düşünceyi, algıyı ve birikimi denemeler halinde bütüne sunabilirsiniz.
Derinliğine inandığınız bir anıyı bir öyküye dönüştürebilirsiniz; böylece hikâyenin içerisinde kendi özel varlığınızı şifrelemiş olursunuz.
Yazının donanımları değişir, zamanlaması değişir fakat yazı zamanına erişebilecek olmanın güveni hiç değişmez. Bu güvensizliği yazıyla bağ kurmamış insanlar yaşar. Dolayısıyla ben de annelik hakkında yazacağım zamanın bir şekilde zihnimin kapısını çalacağını biliyordum fakat zamanlamadan haberdar değildim.
Şimdi…
Toprakla birlikte benim anneliğim de birinci yaşını tamamladı. Tüm tanımları içinde taşıyan, her şeyi aynı anda var eden bir yıldı. Zor gibi görünen kolaylıklar, kolay gibi görünen zorluklar, bireysel ve kolektif çocuk yetiştirme sezgileri arasında gidip gelmeler, korku gibi görünen annelik içgüdüleri, pelerin giymiş fakat gerçekte kahramanlıktan çok uzak olan bağlanmalar, anlayamadığına dil, çözemediğine anlam icat etmeler ve günün sonunda yetişkin bilincine doğru büyümeler… Bugüne kadar ebeveynlerden hep “Çocuğumla birlikte birçok şey öğrendim, onunla birlikte büyüdüm” cümlesini duyardım. Şimdi bunu deneyimlemiş biri olarak şunu söyleyebilirim ki anne baba olmanın varoluş tanımı zaten dünyaya yeni doğmuş birine rehberlik eden yetişkin olmak demek. Dolayısıyla benim de öğrendiğim ilk şey durum ve koşul ne olursa olsun yetişkin olmak oldu. Yani kabule geçebilme sanatı…
Bu yıl kendime en çok tekrarladığım cümlelerden biri “Var olana izinliyim” oldu. Çünkü bugüne kadar zamanını ve verimliliğini düzeyde kontrol etmeye alışmış biri olarak ilk defa hiçbir şeyi kontrol edemediğim bir noktaya geldim. Uyanıyorum ve bugün ne olacak bilmiyorum. Kaçta uyanacağımı hatta uyuyup uyuyamayacağımı bile bilmiyorum. Yalnızca anın ve Toprak’ın getirisiyle günü geçiriyorum. Bu bir yıl, gün kendini yarattı. Bazı günler gerçekten neye ihtiyacı olduğunu anlamakta çok zorlandım. Bazı günler beklentisiz bir şekilde çok keyifli geçti. Bazı günler “Acaba hasta mı oldu?” sorusunun verdiği endişe beni bitirdi. Toprağın alerjisi belirsizlikle yaşamak konusunda benim için Satürn kadar disiplinli bir öğretmen oldu. Fedakârlık ve adanmak mayamda zaten vardı ama Toprak’la birlikte bu yönlerim boyut değiştirdi. Kendinden önce bir başkasını düşünmenin sınırsızlığı hem büyüledi hem korkuttu.
Anne olarak bir İpek inşa etmek herhalde yılımın en büyük uğraşıydı. Anne olma kimliği ile birlikte çalışan, üreten, yazan, tasarlayan bir İpek olmaya devam etmek için epey çabaladım. Ve bu yazının başında da vurguladığım gibi yılın sonunda en çok içime kazınan şey aynı şeyleri farklı farklı yapmak oldu. Bir başak burcu olarak ben anne olmadan önce de evde epeyce vakit geçiren, kendiyle kalmayı seven, rutinlerini takip eden biriydim. Fakat o zamanlar her şeyi hep aynı şekilde yapıyordum. Belki de zaman zaman içine düştüğüm buhranın sebebi buydu. Toprak’la birlikte sürekli maddeleri artan rutinlerim oldu fakat hiçbir an birbirinin aynı değildi. Eşimle yaptığımız hesaplamaya göre muhtemelen 2.000 kez Toprak’ın bezini değiştirdik fakat hepsinde farklı bir an yaşadık. Herhalde 1000 kez Toprak’ı emzirdim fakat hepsinde farklı bir an-duygu-durum yaratıldı.
Yirmilerin başındayken çocuk sahibi olan insanlara bakar ve ebeveyn olmanın yaşamı kökten değiştirdiğini düşünürdüm. Bu düşünce sorumluluklarla birleşince ürkütücü gelirdi. Fakat şimdi onların yaşamının benimkinden çok daha renkli geçtiğini anlıyorum. Aile büyüklerinin kullandığı bir tabir var; altın top. Hikâyesi de bildiğim kadarıyla şöyle: komşular “Sizin evde neden bu kadar çok kahkaha var, neye gülüyorsunuz bu kadar?” diye sorunca “Bizim evde altın top var” derlermiş. İşte o hesap. Sabahları keyifsiz uyanan biri bebeğinin mahmurluğu ya da nidasıyla kahkahalara boğulabilir. Çılgın gibi öfkelendiğiniz ya da ağlamak istediğiniz bir anda onun sarılmasıyla tüm dağlar eriyebilir. Alelade hatta sıkıcı olarak tanımlanabilecek bir anın içinde yaptığı ya da denediği en ufak bir şey müthiş komik gelebilir. Toprak’ın bizdeki en büyük motivasyonu neşe oldu. Onunla her günü bambaşka yaşamak ve hiç olmadığı kadar neşeli olmak paha biçilemez.
Toprak’la birlikte olumsuz olarak nitelediğim bütün özelliklerimin ister istemez üzerine gitmek zorunda kalıyorum. Bu zorunlu ama güzel birleşme. Annelik hakkında daha kendi içime epey yazarım ama daha fazla dışarıya sunacak şekilde yazar mıyım onu bilmiyorum. Çünkü bu yalnızca benim deneyimim, bana özel. Annelikle ilgili bir şey söylerken kolektifin oluşturduğu düzlemde iyi hissetmiyorum. Anne olma hali ve kimliği herkesin kendi hikâyesi özelinde çok iyi bildiği fakat bir başka çocuk söz konusu olduğunda etkisiz kalan bir şey. Fakat bu bilme hali çerçevesiz yaşanıyor. Herkes her çocuk hakkında istediği her şeyi söyleyebileceğine, kolayca yönlendirme yapabileceğine inanıyor. Bu bir sitem değil, bu bir yargı değil, bu bir şikayet değil, bu benim her dışarı çıktığımda şaşkınlıkla şahit olduğum bir şey.
Hatta hiç huyum değildir ama geçenlerde sosyal medyada günümün sabotajcı katkılarını paylaştım:
Aman kızım başına bir şapka geçirseydin.
Bu çocuğun üzerinde niye battaniye yok?
Üşümesin ceket giydirseydiniz.
Zayıf mı bu çocuk?
Hanımefendi bebek arabasını dükkanın önünden çekin, vitrinin önünü kapatıyorsunuz.
Niye ağlıyor aç olmasın?
Acaba gazı mı var?
Evet çocuklar dünyaya aittir. Onları dünyaya hazırlama görevi de onları dünyaya getirmeyi seçen anne babalara aittir. Her ebeveyn kendi hikâyesiyle bir aile kolajlar. Bu aile kolajında onlarca insan, anı, düşünce, duygu, yaşam, inanç, yaklaşım, mesafe, uzlaşı, çatışma, tekâmül vardır. Çocuğun hep aile hem de dünya içerisindeki yeri zaten hazırdır.
Geriye ne kalır?
Yaşamın rehberliğine izin vermek.
Ailelerin anı albümlerinde tat kaçıracak şekilde yer etmediğimiz, çerçevelere ve hikâyelere saygı duyduğumuz bir toplum diliyorum.
Hayata ve ruha katkı olsun.