Diş İzi
Toprak diş çıkarıyor. Hayatın şu an uykusuz ve ağrılı bir dönemindeyiz. Bebeklerin diş çıkarma eylemi kendine özgü bir süreç yaratıyor. Yaklaşık bir iki hafta süren bu süreç çıkan diş sayısının artması ile birlikte epey uzayabiliyor. Durum böyle olunca evin içinde, zihnin içinde sürekli diş çıkarma eylemi yankılanıyor. Bu iki kelime içimde öyle bir yer etmiş ki gecenin bir yarısında kalbime aniden “Biz de böyle diş çıkarıyoruz” cümlesi düştü. Biz yetişkinler de tasarımlarımızın dişlerini, belki de yetişkinliğin gerçek dişlerini aynen bu şekilde çıkarıyoruz.
Başlangıçta daha önce hiç rahatsızlık hissetmediğimiz bir noktada bir şeylerin ters gittiğini sezinlemeye başlıyoruz. Değişmez bir sertlikte ve dayanıklılıkta olduğunu sandığımız damağımız yepyeni bir şey var etmek için inanılmaz bir kaşıntı yaratıyor. Öyle geri dönülmez bir noktaya geliyoruz ki uykusuzluk, ağlama isteği başlıyor. Sevdiklerimizle, güvende kalmak istiyoruz. Daha önce dişimiz olmamış, hayatı hiç ısırmamışız. Damağımızın çabasıyla bir şeyleri yakalamaya çalışmışız.
Çocukluk bu ya, her şey her zaman böyle devam edecek sanmışız.
Büyümek bu ya, bir şeylerin değişmekte olduğunu anlamışız.
Tepki veriyoruz. Anlamaya çalışıyoruz. Bana ne oluyor? İçimi kaşıtan acının kaynağı ne? Sorulara cevap bulmaya çalışıyoruz. Bir diş doğacak, bunu anlıyoruz. Fakat damaklarımız öyle sert ki… Esnememiz gerektiğini fark ediyoruz. Alışık olmadığımız için önce bir apse gibi, iltihap gibi hastalıklı bir şekilde yumuşuyoruz. Artık kendimiz gibi değiliz fakat geri de dönemeyiz. Ortada kalmanın tavan yaptığı bir anda dişin ilk darbesini duyumsuyoruz. Katılığı esnettiğimiz yerden bize ait yeni bir şey çıkıyor. Bu öyle bir şey ki önümüze gelen şeyleri parçalara bölmemizi, sindirebilmek için çiğnememizi ve biriktirdiğimiz şeyleri yutmamızı sağlıyor. Diş çıkarma eylemi, kişiye önce kendi saldırganlığını tanıtıyor. İsterse ısırabileceğini… koparabileceğini… tükürebileceğini… Aynı zamanda gerçek bir yetişkinin ihtiyaç duyduğu en önemli sistem ortaya çıkıyor: Sindirim.
Damaklarımızla yaşadığımız zamanlarda deneyimlerimizi tercüme etmeyi bilmiyoruz. Dolayısıyla yaşadığımız şeyleri çoğu zaman çarpıtarak, bize ait olmayan düşüncelerin ve duyguların ışığıyla kaydediyoruz. Hayır demeyi bilmiyor, bize özgü kırmızı çizgileri ve bizi var edecek olan hayır’ları tanımıyoruz. Seçmiyoruz. Hazmedemediğimiz şeyleri bölmüyor bir bütün halinde ağzımızın içinde çevirip duruyoruz. Bir deneyimi sindirmek için kendimize nasıl zaman vereceğimizi bilmiyoruz. İşte gençliğin en büyük çelişkisi bu: Dişi hayal dahi edemeden damağın sert acılarına toslamak. Ve nihayet damağı yırtıp yeni biri varoluşa uyumlanmak.
Toprak’ın ne olduğunu anlamaya çalışan gözlerine baktığımda uçsuz bucaksız bir bilinçsizlik görüyorum. Hayata diş çıkarmadan önceki halimizi, çocuk-bebek bilincindeki seyrimizi, kontrol edemediğimiz duygusal tepkilerimizi, girdabına çakıldığımız hisleri şu andan pek de farklı görmüyorum.
Büyümek acısız bir eylem değil.
Hem fiziksel hem ruhsal hem de metafor olarak.
Büyümek, versiyon versiyon ölmek…
Kendine ait olan kopyaları terk ederek,
“Kendi” diye bir gerçek varsa şayet,
Büyümek, bir yolun sonuna erişene dek ölmek demek.