Gülten Akın Mektup Ödülü 2021 – “Alin’in Öyküsü”
ALİN’İN ÖYKÜSÜ
Değerli, değer inşa eden Lina,
Mektubun öyle bir günde çıkıp geldi ki, beni nasıl bir karanlığın içinden çekip aldığına inanamazsın. Bu, benim ardımda bıraktığım son iz, son mektup olacak. Sahibine hiç ulaşamayacak olsa bile… Sen bu sözcüklere değersin.
Ben Alin. Şaşırdın değil mi? Adlarımız kadersel bir yapbozun parçası gibi iki ayrı zamanda ve bambaşka iki gerçeklikte yol almış ve yaşamaya devam ediyor. Hele seninki! Resmen sözcüklerden kurgulanan bir ölümsüzlük. Düşünsene her insanın yanına bir de ona ait bir mektup gömülseydi, mezarlıklar edebiyat çiçekleriyle dolardı. Toprak bir hazineye dönüşürdü. Tıpkı senin yaptığın gibi. Bir hafıza cenneti, insanlık anıtı olurdu bu topraklar. Fosillerden daha çok şey anlatırdı bu ritüel. Ölüme bile binlerce anlam katardı sözcükler. Hani Antik Yunan tragedyalarında kahraman ölümüyle bir anlamı var eder ya, hah bizim ölümler de öyle ışıklı olurdu işte. Tabi burada artık kimse ölmüyor. Ben hariç.
Seni daha fazla meraklandırmadan anlatmaya başlayayım. 27. Yıldız çağında, META319612 İ serisinde yaşıyorum. Haydi anlatmaya adımdan başlayayım. Hem böylece belki bir nebze kederimden de uzaklaşırım. Alin: Asil, kibar ve aydınlık demek. Umalım ki mektubumun sonunda senin nezdinde de adımın anlamları gibi can bulabileyim.
Bu gezegende ismi harflerden oluşan ve bir anlam taşıyan son insan benim. Çevremdeki herkesin ve her şeyin ismi 719/88~49 gibi bir şey. Bundan beş yıldız çağı önce moda olan, içinde tek tük harflerin bulunduğu isimleri bile özledim. Hatta harflerin ve sayıların kombinasyonundan oluşan bu isimler beni eğlendirir, uzay çağı isimleri konusunda ilham verirdi. Ta ki bugün tek bir isim yeryüzünden silinene kadar…
O gidince benim için edebiyat öldü. Onun varlığından bol bol bahsedeceğim lakin bu sadece bir aşk öyküsü değil. Sana her şeyi tek tek açıklayarak anlatacağım çünkü bu mektup bir uçurum öyküsü. Maviler ve yeşiller içinde devinen dünyamızın hafızasını silen, kesif metal çağının öyküsü. İşte ben tam da bu dönüşümün kavşağında doğdum Lina. Senden çok çok sonra…
Metal bir bilyeye dönüşen dünyaya var gücümle sarılsam da kollarım onun dehşetengiz çapını kucaklamaya yetmedi. Elimde olsa tüm bedenim ve etimle dünyayı sarar ve içindeki yaşamı canım pahasına korurdum. Ama şimdi… Ancak sözcükleri korumakla mükellefim.
Keşke söylediklerime karşılık senin cevaplarını duyabilsem. İnsan sesi duymayı o kadar özledim ki… Kulaklarım boşlukla uğulduyor. Tenim yıllardır eşim Can’ın sesi haricinde hiçbir tınıyla temas etmedi. Çünkü ben telepati seviyesine evrilemedim. Kendi tercihimle. Tabi bu bir seviye ise… Bir zamanlar insanlığın en büyük hayali olan, süper güç olarak tarif edilen zihin okumanın, gerçekleştiği zaman iletişimi ve duyguları katledeceğini, evrendeki tüm sesleri boğacağını, en azından benim içimde bir sessizlik çağı başlatacağını kim bilebilirdi ki?
Belki de zihinlerde biriken duygu ve düşüncelere kolayca erişebilmenin hayalini kuruyorsundur ama emin ol benim zamanımda yaşasaydın, insanoğlunun matruşka hallerini özlerdin. Biz hissederdik. Sevinir, acı çeker, ağlar, utanır, ezilir, gülümserdik. Modlarımız vardı bizim. O an hissettiğimiz duygunun kısa tanımları: Huzurlu, mutlu, aşık, üzgün, yorgun, sinirli… Yeni insanlık, bu eski sözcüğün anlamını hiç bilmiyor. Sen hissedebiliyor muydun? Umarım öyledir. Aksi takdirde sözcüklere ulaşamazdın.
“Her şey tam da şu zamanda başladı” demek isterdim lakin öyle bir an yok. Her şey, kavanozundan dökülen bir reçel ahesteliğiyle, aynı zamanda öngörülemez bir azimle başladı. Uydular, uzay araçları ve yolculuğu, robotlar, yeni gezegenler, gezegenlere uyumlanmaya çalışan bedenler ve insanın binlerce kilometre hızla kendinden vazgeçişi.
Meğer insanın içindeki merak ve fetih duygusu her şeyden üstünmüş. Benim gençlik yıllarımda başlayan yeni gezegenlere taşınma furyası birçok deliliği beraberinde getirdi. İnsanlar önce fiziksel işleyişlerinden vazgeçtiler. Uykuya kolayca veda ettiler, haplarla beslenmeye başladılar ve kısa zamanda bekledikleri mucizenin şifresi çözüldü: Ölümsüzlük. Bedenlerindeki uzuvları metal parçalarla değiştirerek, beyin dalgaları ve hormonlarıyla yeni bir biyoloji elde ederek, kendi akıllarınca evrildiler. Yaşam garantisi alan insan, duygularından pek çabuk vazgeçti. Dinlerin ve vicdanın çöküşünden bahsetmiyorum bile. Ama asıl darbe, zihinleri açık bir kitap gibi okumaya yarayan bu yeni telepati seviyesi. Zorunlu bir dürüstlük bizi bir meteordan ya da senin anlayacağın şekilde, bir ağaçtan, ottan farksız kıldı.
Aslında duyguların ölümüne pek de şaşırmıyorum. Sanırım yaşımın getirdiği bir çeşit anlayış seviyesi bu. Düşünsene sana anlattığım bu insan artık neden, neyden korkacak? Nasıl, neye sevinebilir böyle bir organizma? Üzülecek, kaygılanacak bir şeyleri kaldı mı sahi? Peki ya özgürlük?..
Dünyanın tepetaklak yuvarlandığı bu felaketten tek bir şeyi kurtarma şansım olsaydı, aşkı kurtarırdım. Çünkü aşkın kendisi şanstır. Yukarıda sana saydığım tüm duyguları homojen bir şekilde özünde barındırır. Tarifi mümkün olmayan bir yaşam aşısından bahsediyorum. İşte biraz önce bahsettiğim kişi, Can, beni hayata bağlayan yegâne kök oldu. Biliyor musun ismini ben koydum. O benim için bu gezegende yaşayan tek ‘Can’dı. İçgüdüsel bir şekilde öyle seslenirdim ona: “Can’ım!..” Anlayacağın, ben ona sesimden bir isim diktim, o da bunu sahiplendi, derisi gibi giydi tenine. Alin ve Can olduk… İkimizin anlamının toplamı: Aydınlık yaşam. Gerçek ismi sekiz basamaklı bir sayıdan oluşan kelepçe gibi bir şeydi, açıkçası ne olduğunu ikimiz de çoktan unuttuk.
Tanıştığımız zamanlarda ben, bedenini, kalbini ve aklını yenilik rüzgârından korumaya çalışan bir kız, o ise buz gibi bir fırtınanın ortasında savrulmadan durmaya çalışan bir oğlandı. Yani anlayacağın ben bu dünyadan uçup gitmek istiyordum, o ise olduğu yerde durmak ve kök salmak. Ama bizi birbirimize bağlayan bir eksen vardı: Dönüşmemek. İlginç bir şekilde ikimiz de bize göre çıldırmış bir insanlıktan sıyrılmak, eskisi gibi kalmak, sadece aşkı yaşamak, yaşlanmak ve huzurla ölmek istiyorduk. Bizim toplumumuzda ölmek istemek, delilikle eşdeğerdir. Onlara hemen değil, sadece günün birinde öylece ölmek istediğimi hiç anlatamadım. Tabi durum böyle olunca, hâlâ etten ve kemikten oluşan ve geveze bir şekilde hâlâ! konuşan, yemekten ve dişlerinden vazgeçmeyen akıl hastaları olarak, gezegenin en ücra köşesine gönderildik. Ailelerimizin de yoğun uğraşları ile bir nevi toplumdan tecrit edildik. İşte Can ile geçirdiğimiz aşk dolu bir ömür böyle başladı. Onların ceza olarak gördüğü, bize zorunlu bir cennet oldu. Bize verilen toprak, eski dünyanın son parçalarından biri olan bir avuç yeşilden ibaretti. Yıllarımızı toprakla uğraşarak, maviyi ve güneşi hatırlamaya çalışarak geçirdik. Dolayısıyla senin anlattığın koşturmacayı ve şehir hayatını hayal dahi edemiyorum. Her zerresi başka bir boyutta soluk alıp veren yaşamlarımızın tatlı bir benzerliğini buldum mektubunda. Hani sormuşsun ya… Evet Lina, keyifli yemekler ve sohbetlerle bezediğim sıcacık bir yemek masamız var. Ama insanımız yok. Hele bugünden sonra ben, Can’sızım.
Burada insanlar durgundur. Dört elementten biriyle tarif edemeyeceğim bir donukluk bu. Tıpkı sert bir kaya gibi… Heybetiyle göklere meydan okuyan sessiz bir dağ gibi… Artık çok derinlere gömülü bir maden gibi.
Oysa ben bugün hâlâ, yaşananları bir türlü aklımın kabına sığdıramıyorum. Çevremdeki insanlara baktıkça küçülüyorum. Ya bu dünya bana dar ya da insanlığın çapı günden güne büyüyor.
Sana mektubumun başında kesif bir kederden bahsetmiştim hatırlıyor musun? Mektubunu Can’ımı toprağa gömer ve ebedi bir yalnızlığa merhaba derken buldum. Dünya’dan bize kalan şu son toprak parçasına sevdiğimi emanet ederken tanıdık bir ruha rastlamak da varmış.
Gözlerimde falezler… Boğazımda kaynayan bir okyanus… Göğsüme bağdaş kurmuş asi bir dağ var. İçime işleyen, an be an yer eden bu ıssız coğrafyayı yutamıyorum, yutkunamıyorum. Beni saran her şeyden kurtulmak istiyorum. Hatta derimden bile. Bugün her şey o derece dayanılmaz ki yeşiller bile beni doyurmaya yetmiyor. İçimdeki acıyı süzmesi için mektubunu defalarca okudum. Her okuyuşumda içimdeki hüznün çitleri birer birer kırılıyor… Can’ın yitip giden varlığı ruhumda bir çöl yaratıyor. Ve ben kavruldukça onun serin dokunuşunu bir vaha gibi arıyorum.
Buradaki son zamanlarım… Ama beni asıl üzen ölecek olmak değil, öldükten sonra beni gömecek birinin ve bana ait bir toprağın kalmamış olması. Derisi zamanla yaş almış, 84 yılın kıvamıyla olgunlaşmış bedenimi harç haline getirmek için presleyecekler. En azından bir avuç külüm kalmalıydı benden geriye. Gerçi kimin için?.. Sonsuza kadar yaşamanın yolunu buldular ama sonsuzluktan bir haberler.
Ailem ben gidince hiçbir şey hissetmeyecek. Ailenin en küçüğü olarak, en önce ve sadece ben öleceğim. En azından ne isterdim biliyor musun? Benden utanmalarını. Şayet utanabilselerdi, bu, hâlâ içlerinde yeşeren, soluk alıp veren bir duygu denizini işaret ederdi ve ben içlerindeki o bir nebze insanlığa sığınırdım. Yaslanırdım o ekmek kırıntısı kadar umuda. Çünkü ihtiyacım vardı. Çünkü artık umut, yeşiller ve maviler içindeki Dünya kadar uzak.
Yaşadığım hayattan asla pişman değilim. Yaşamın her zerresi bir şölendi. Bir gün biteceğini bilmek, şimdiki zamana şükretmekti. İçtiğim kahvenin tadını, sevdiğim yemeklerin kokusunu, sevdiğim adamın elinin dokusunu, kahkahaların yaşantımdaki tatlı sosunu, ağaçların soluğunu, denizlerin tuzunu unutmam kabil değil. Onların yenilik olarak gördükleri her şey bizim için delilik.
En korkunç olanı ne biliyor musun? Bütün duyguları biyolojik olarak bile silmeyi başaran bu akıl ve metal çağının, şiddeti silememiş olması. Öfke bir fosil gibi kemiğimizde yankılanıyor. Ölüm ve eziyet bitmiyor. Kendi gibi olmayanı avlama güdümüz farklılıkları tanımayı bir türlü öğrenemiyor.
Hani sen mektubunun sonunda adeta seni ezip ütüleyen bir utançtan bahsetmişsin ya, ben utanmıyorum Lina. Varlığımdan utanmıyorum. Onların sayısı ve kalıbı kadar, onlar adına, insanlık için utanıyorum. Metalaşmayan ruhumla, rakamlara bulaşmayan adımla, sesini kutsadığım vicdanımla, görüntüsünü gözlerime serdiğim kırlarla, kokusu burnumun direği olan papatyalarla, yerinden etmediğim dişlerimle, metale yenilmeyen, zaman zaman ağrıyan ve buruşan uzuvlarımla, Can’ımın nefesiyle uyandığım binlerce günle, aşk dolu geçen bir ömürle gurur duyuyorum.
Yaşıyorum.
Soluksuzca.