Güneş İllüzyonu & Murakami
Bugün Toprak için aldığımız eğitici kartları seslendirirken Güneş’in dilinden şunları söyledim: “Merhaba Toprak ben Güneş. Sürekli çalışırım. Gerçekte ne doğar ne de batarım.” Bunları kendi sesimden duyduğum an idrak başladı. Doğuş ve batış, durduğumuz yere göre var ettiğimiz birer algı. Aslında isim verdiğimiz ve tanımladığımız birçok şey yalnızca bir zan. Gerçekte Güneş sürekli hareketine devam ediyor, doğrusal bir şekilde ilerliyor. Tıpkı hayatlamızı yaşama şeklimiz gibi…Gelen her günü bir sonrakine ekleyerek zamana paralel bir şekilde büyüyoruz. Fakat yeryüzünde durduğumuz yerin normlarıyla yaşantımızı tanımlamaya başlıyoruz. Ancak bu şekilde güvende hissedebiliyoruz. Yaşama dair her şeyin şeklini belirlemek ve içine bir tanım yerleştirmek istiyoruz.
İşte bu batıştır…
Vaov bu başarı yeniden doğuştur…
Hiçbir şey yapmamak durmaktır…
Bu yaptığım şey level atlamaktır…
Böyle bir tavır ve davranış sergilemek gerilemektir…
Bunların hepsi Güneş illüzyonu. Tıpkı Murakami’nin tarif ettiği gibi yaşamda sadece yapmak ve ilerlemek var. Yaptığın şeyi gayretle yaparsan bunun sendeki anlamını saptayabilir, hatta evrene bir eser emanet edebilirsin. Fakat bir roman çok sattı ya da hiç beğenilmedi diye zamanın durduğun noktasında hiçbir tanım getiremezsin.
Günlerdir Murakami ile ilgili yazmaya niyetleniyorum. Başlangıcı böyle olmuş oldu. Geçen yaz ruhuma Kirke eşlik etmişti, bu yaz Haruki Murakami. Her satırında karşımda şeffaf bir yazar gördüm. Yazıya başlama öyküsünü çok sıradışı buldum. Bu dünyaya ne yapmak için geldiysek onu oluyoruz bir şekilde. Fakat kafamızda olmamız gereken şeyle örtüşmeyen bir şey varsa ortada direniyoruz. Murakami bu anlamda dirençsiz ve evrenin sinyallerine açık bir insan. Nitekim çağrıyı duyunca sözcüklerin peşinden gitmiş. Bu anlamda kendini sözcüklere emanet ediş biçimini kendime çok benzettim. Romanın tümüne dair bir plan kroki yapmadan, parça parça bütünlenerek yazıyor. Yazıyı sürdürüyor ve olacaklara izin veriyor. Kendi içinden gelecek sürprizler için zihninin kapısını hep açık tutuyor.
Bu kitabın içimde yankılanacak olan bir diğer izi de özgünlük hakkında söyledikleri. Özgünlük hem çok tarif edilebilir hem de öngörülemeyen bir şey. Murakami kişiye aitliği açısından özgünlüğün kendini belli edebileceğini ama zaman boyutunu hesaba kattığımızda asla bilinemeyeceğini söylüyor. Şu an yazılmış olan bir eserin 100 yıl sonra tüm dünya tarafından okunmayacağının garantisini kim verebilir? Bu bölüm bana değişen estetik algımızın çok kırılgan hatlardan geçtiğini gösterdi. Kime göre ve neye göre sorusunun yanına hangi zamana göre sorusuna ekledi. Durum böyle olunca kendi zamanı içinde keşfedilemeyen sanatçılar için üzüldüm. Eserinin insanlara haz verdiğini ve katkı sunduğunu görmek bir sanatçı için paha biçilemezdir. Ama ömür dediğimiz doğrusal çizgi buna yetecek midir, bu deneyim için kişiye izin verecek midir? Bilinmez.
Son olarak kitabın isminden bahsetmek istiyorum. Tek kelimeyle Murakami’nin tılsımı gibi. Benim de yıllardır slogan olarak kullandığım “Herkes yazabilir” kitapta kendine güzel bir yer bulmuş. Evet herkes yazma eyleminin bir şekilde elçisidir. Murakami kişilerin kendi hayatlarını yazarken ya da akıllarına gelen bir fikri kağıda dökerken müthiş başarılı olabileceklerini söyler. Kendi zamanları içinde bir süreliğine sonucun tadına varabildikleri bir deneyimdir bu. Peki ya sonra? Sonrasını istemek, devam etmek ve sözcüklerle olan ilişkiyi sürekli kılmak yazarlıktır. Daima yazanlarla ömrünün bir döneminde yazının tılsımına varanlar zaten aynı yolda değillerdir. Bu sebeple Murakami çok basit bir tanım yapar: Mesleğim yazarlık.
İçinden yana yana geçtiğimiz şu günlerde Güneş ve Murakami bir yazıda birleşmiş oldu. Hayata ve ruha katkı olsun!