Human Design – Tanışma Sancıları

“Evrende var olan her şeyin bir tasarımı var.”

Bu cümle hayatımı değiştirdi. Human Design ile tanıştığımda hızlıca kendi tasarım haritamı incelemiş, “İyi ama bu sistem sahiden işliyor mu?” diye sormuştum. Herkes gibi bir süre sistemin işlerliğini kendi tasarımım doğrultusunda test ettim. Birkaç gün okumalar yapıp haritamı inceliyor sonra yine akışın deli sularına gömülüyordum. Ama benim tanımlı Baş ve Ajna merkezlerim, olayların ve durumların orta yerinde pat diye bana Human Design’ı hatırlatıyordu. Orada okuduklarımı yaşamın içinde, doğalımda, davranışlarımda, sesimde, tonumda, iç ritmimde buldukça tasarımımı daha çok gözlemeye başladım. “Biraz oku, izle, gör, onayla” serüvenime bir süre bu şekilde devam ettim. “İpek tasarımı” olarak hiçbir şeyi yazmadan irdeleyemediğim için kendime mavi kapaklı bir defter alıp bulduklarımı ve test ettiklerimi yazmaya başladım. 

“Evet kalbimden koşullanma alıyorum. Kanıtlama çabasını … … … konularında açıkça keşfettim.”

“Tanımlı başım bana şu düşünce ve olasılıkları getirdi.”

“Şu an tanımsız benliğim yüzünden kaybolmuş gibi hissediyorum. Biri değil, hepsi olabilirim.”

“36. Kapım yüzünden şu an bu kriz duygusunu yaşıyorum.”

Defterin sayfaları yazıla yazıla ilerledi. İki üç ayın sonunda bir de baktım ki bilmenin tatlı huzuru oluşmaya başladı. Bana bir şey oluyordu ve ben ne olduğunu biliyordum. O olan’ı tanıyordum. Tanıdığım bir şeyle iletişim kurmak kolay oluyordu. Gideceği zamanı da bilir oldum. Neyi neden yaşadığımı, o oluşa nasıl geçtiğimi, farkında olmadan iyi ya da kötü ne gibi yaratımlar yaptığımı anladığımda öfkem geri çekilmeye başladı. Bu, kendime karşı yargısız olmanın ilk adımıydı. İyi ya da kötü yoktu. Bir olan ve olanın kılıfına bürünmüş bir oluş vardı. Bu, ben ve tasarımım arasındaki ilişkinin bir tezahürüydü. Eğer ben tasarımım gibi olmak istemezsem, başka biri olmaya meyledersem uyumsuzluk oluşuna giriyor, bana ait olmayan şeyler yaşıyordum. Tasarımımdan kaçarsam, beklemenin sıkıcı oluşuna giriyordum. Tasarımıma direnirsem kendime karşı savaş başlatıyor, acımasız bir oluşa dönüşüyordum. Kendimi tasarımıma emanet edersem, en yalın haliyle kendim oluyordum. Kendim olmanın rahatlığına ve çabasızlığına eriyordum. Buradaki çabasızlık sözcüğü önemli… Çünkü başka bir tasarım gibi olmaya çalıştığımda beni kıskıvrak yakalayan şey yoğun bir çaba oluyordu. Çaba, hepimizin sözlüğünde aydınlık anlamlara sahip fakat yaşarken hiç de öyle olmayabiliyor. Çaba, seçimli tercih edilmediğinde çok zorlayıcı ve tüketici bir eylem. Tanımlı merkezleriniz çabanızın yakıtı oluyor fakat o çabanın varacağı yer ve başarı sandığı şey size ait değil! Ne büyük hüsran…

Zamanla okumalarım derinleşti ve birlikte yaşadığım insanların haritalarını da incelemeye başladım. Çevremde soluk alıp veren bir hazine vardı. Hangi kapı hangi tanıdığımda, hangi kanal kimde tanımlı, kimin hangi merkezleri açık, hepsini incelemeye başladım. Kendime yönelik yargısızlık halim, kapılarını çevremdeki herkese açar oldu. Şimdi onları da anlıyordum. Neyi neden yaptıklarını, neden öyle davrandıklarını ya da davranmadıklarını, his-mantık dengelerini, enerji sistemlerini, hangi koşullanmalara maruz kaldıklarını görüyordum. Bu defa mavi deftere başkalarında bulguladıklarımı ve ilişki analizlerimi yazmaya başladım. 

“Sürekli sorularıma cevap veremiyor diye kızdığım …. , meğer soru soran ve cevaplayan bir tip olarak tasarlanmamış.”

“Tembel diye etiketlediğim …. , meğer bir enerji tipi değilmiş.”

“Keskin olarak nitelediğim, hemen evet/hayır şeklinde cevap veren …. , meğer sakral otoriteliymiş.”

“Gösteriş yaptığını düşündüğüm ve fazla egolu bulduğum …., meğer bir etki uyandırmak için tasarlanmış bir Manifestörmüş.”

Hiçbir şey, hiç kimse, hiçbir davranış, hiçbir oluş, hiçbir söz, hiçbir olay, hiçbir durum tamamen benimle ilgili değilmiş. Herkes kendi tasarımının tahterevallisinde aydınlığını ve gölgesini yaşıyormuş. Ben de onun tasarımı benimkine benzemediği için onu farklı buluyor, hatta yargılıyormuşum. 

Bunları yazdıkça dışarıda olduğunu sandığım her şey dönüp dolaşıp istikametini bana çevirmeye başladı. 

…. böyle. İyi de ben niye sinir oldum/üzüldüm/taktım buna?

Tasarımımdan mutlaka bir cevap geliyordu.

…. yüzünden. 

Bu bir diyaloğa dönene kadar sormaya devam ediyordum.

O zaman ben …. şekilde davranan insanlardan hazzetmiyorum. Bu mu?

Evet.

Neden?

Çünkü ben öyle değilim ve bu bana …. gibi geliyor. 

Yani kızdığım kişinin davranışı bana benzemiyor ve ben kızıyorum. Tepki gösteriyorum. Öyle mi?

Kulağa nasıl geliyor?

Bu diyaloglar bana dışarıda hiçbir şeyin var olmadığını öğretti. Bir başkasıyla ilgili fikir yürüttüğüm, tahmin yaptığım, yargı ürettiğim her an içte bir şeyin arızalandığını fark ettim. Dışarıda her şey olabilirdi. Ben de bu olanlara mesafemi belirleyebilir ve kendimi koruyabilirdim. Fakat zihnim konuyu orada bırakmıyor, sürekli konuşuyordu. Bana girdaplar yaratıyor, beni aynı meselelerin içinde hırpalıyordu. Tepki yaratıyordu. Yarattığını büyütüyordu. Sabırsızca eylemler yapıyor, pişman olmamı sağlıyor, sonra bir de bu pişmanlık üzerine bir girdap yaratıp “onu neden öyle yaptım / onu neden dedim vah vah” diyerek beni inletiyordu. Human Design Sistemi’nin bana sunduğu ilk armağan bunlar oldu. 

O bunu yapıyor, çünkü onun tasarımı böyle. Evet özden yaşamıyor ama bu onunla ilgili. Ben buna nasıl karşılık vereceğim, işte bu kısım bende. Ama eğer bu davranış zihnimde kamp kurduysa ve bende olumsuz bir duygu uyandırdıysa haydi mesaiye! Bende böyle etki yaratmasına sebep olan ne; benim hangi fikrim, hangi inancım, hangi kuralım? Haydi aç içini bir soru cevap yapalım.

Paylaşmak ister misiniz?

İPEK SÖZEN

Evrenime hoş geldiniz. Hayatta hepimizin kullandığı bir ortak noktamız var: Sözcükler. Ölümsüzlüğün icadı. Ruhlarımızın tarihini, evrenin kalbinde saklayan sihir. Bir ağacın yeşiline takılan nefes. Henüz yaşanmamış/solunmamış bir tarihin ayak sesleri. Arayışın ‘Daima!’ diye bağıran izleri...

Diğer