İçimden Geçen Kervanlar
Mart başladı. Bir yanıyla dumanlı bir yağmurun içinde bırakıyor bizi. Bir yanı da Güneş’i vaat ediyor. Mart yeryüzüne ayak bastığı an biliyoruz ki bahar yakın. Biliyoruz ki yakında çiçekleneceğiz. Bu dönem aklımdan kervan kervan fikir geçiyor. Aralarında yazılmayı bekleyenler, elimden kaçanlar, utanıp saklananlar, kıştan yorulanlar var. Fakat bugün hepsini kabul etmek, varlıklarını onurlandırmak istiyorum. Bütünlük ancak böyle gelecek.
1- Geçenlerde Kadıköy sahilde oturdum ve kitap okumaya niyetlendim. Her seferinde olduğu gibi yoğun bir uğultu anında çevremi sardı. Kitap okurken ihtiyaç duyduğum sessizliği bir kenara bırakıp denize ve maviye odaklanmaya çalıştım. Oturduğum bankta yalnızdım. Yanıma gelen iki genç konuşa konuşa kahvelerini bıraktılar ve bekledikleri üçüncü arkadaşa yerlerini tarif etmeye çalıştılar. Hemen yanıma yere oturan bir başkası telefonundan bir şarkı açtı ve ulu orta dinlemeye başladı. Kulaklığımı takıp kitabın akışına dönmeye çalıştım. Kızlar birer sigara yaktılar. Yanımda oturan dirseğini dizine dayadı ve dumanı bana üfleye üfleye ufka bakmaya başladı. Sigara kullanmayanlar o anda yaşadığım iç akışı çok iyi bilirler… Boğazım ve burnum yandı. Saçlarıma kötü kokan bir bulut yerleşti. Ardından hepsi yavaş yavaş dağıldı ve ben de kulaklığımı azat edip denizin sesine bıraktım kendimi yeniden. Çok değil beş dakika sonra bir ses “Merhaba, buraya oturmamın bir sakıncası var mı?” dedi. Oturduktan bir süre sonra da sigara içmesinin bir sorun olup olmayacağını sordu. İçime bir ferahlık yayıldı. Bankın ucuna doğru kayıp dumanı boş tarafa doğru üfledi. O banktan kalktığımda şu hep bahsettiğimiz özgürlük sınırlarını düşünmeye başladım. “Birinin özgürlüğünün bittiği yerde bir başkasınınki başlar.” diye mottolaşmış bir söz vardır bilirsiniz… Bu çağda bu motto külliyen yalandır. Artık özgürlüklerimiz iç içe. Ya kesişiyor ya ortak küme oluşturuyor, en iyi ihtimalle teğet geçiyor. Bunca kalabalığın ve iç içeliğin özünde bir lokma nezaket nasıl da tatlı geliyor… Bir nebze hoşgörü dünyayı güzelleştirebiliyor.
2- İnsan kabuk kabuk. Yaraların altında ne var, kim var unuttuk. Bazı olaylar geçip gitmesi gerekirken bir taş gibi göğsümüzün orta yerinde kalınca bir sorun olduğunu anlıyoruz. Bu denli sıradan ve kıymet teşkil etmemesi gereken bir olay neden içimde tiranlık kuruyor? Bu tiran, hangi kabuğun altına bakmak istiyor? Kimi arıyor? Bu tiranın elinden tutabildiğimizde olayın sadece bir parça ışık olduğunu anlayabiliyoruz. Olay sadece bir görünüm. Varmak istediği yer ise bambaşka bir düğüm.
3- Serbest bırakmak ve peşinden gitmek. Konuşmak ve susmak. Bu ikisi arasında bizi köprüsüz bırakan nedir? Şüphesiz zamanlama. Özgür bırakmak ve olduğumuz yerde durabilmek bir vicdan aralığı. Bu aralığa izin vermek ve dışarıdan gelen serin havayı içeriye kabul edebilmek pek kıymetli. İki seçenek arasında kaldığımız ve hangisini yapacağımızı bilemediğimiz anlar, kendi sesimizi duyamadığımız boşluklar. İçte olanı bastıran ne öyleyse… Gürültü?.. Eylem?.. Kaçış?.. Güven?..
4- Hiçbir şey yapmamanın huzurlu bir uykusu var.
5- Ses sözcüğü bulamadığında, anlam içte katılaşır. Sesi somutlaştırmayan soyut varlık nedir? Hangi korku ifadeye engel olur? Zor etiketini yapıştırdığımız her hafta kabız olmuş ruhsallığın sancısıdır.
6- Okuduklarımız her birimize bambaşka bir dövme yapıyor. Aynı kitabın farklı anlarında eriyip bambaşka noktalarında donabiliyoruz. Dolayısıyla okurun eline geçen bir kitap, yazarından ve dünyasından bağımsız olarak önce sahibinin izine tekabül ediyor. Oradan yola çıkan okur; anladıkları, yorumladıkları, altını çizdikleriyle kitabı kendine ait kılıyor.
Derin Okuma dediğimiz çalışma tam da bu noktada “Ey Okur, gel bir de bu penceredeki manzaradan bak. Sana içine girdiğin yapının saklı kapılarını, örtük manzaralarını, harf aralarına saklanmış tatlı baharlarını, kabuklu imgelerin içinde taşıdıkları matruşkaları göstereyim. Gel, birlikte yepyeni bir izlek inşa edelim.” diyor. Bakış açılarıyla tanışabilmek bu devrin en kıymetlisi.
Bunlar zihnin çekmecelerine iliştirilmiş notlar.
Kıymeti bütün olsun.