Kendine Sosyal ve Mecrasız

Günler Instagram olmadan geçiyor… Tartışmasız bir şekilde herkes eksik hissediyor ve içimize ilginç, daha önce yaşamadığımız türden bir sıkıntı çörekleniyor. Son günlerde şu cümlelerle ilerleyen telefon konuşmalarını çok sık yapar oldum:

“Ne yapıyorsun? Artık sıkıntıdan patlamak üzereyim, bi seni arayayım dedim.”

“Ne olacak bu işin sonu? İş güç, tanıtım, reklam neye evrilecek?” 

“Geçen gün dışarı çıktım ve tüm gün tek bir fotoğraf dahi çekmedim. Anlamsız geldi.”

“Tam yazın ortasında, tatil, yani fotoğraf sezonunda olmasaydı keşke.”

“Instagram’ın yokluğu belki giyim tarzlarımızı bile değiştirecek.”

“Ya ben şimdi günlerimi kime anlatacağım?”

Bu seslerdeki yalnızlığı, çaresizliği ve kimsesizliği duyuyor musunuz?

Bu konu ne kadar inkâr edersek edelim çağımızın sanal gerçekliğinin iliklerimize dek yerleştiğini gösteriyor. Biz bu zamana doğmuş ve tabi olmuş kişiler olarak aslında doğal bir şekilde günümüzün getirilerine uyumlanıyoruz. Evet sosyal medya gerçeği yansıtmıyor, görüneni filtreliyor, abartıyor, parlatıyor, bağımlı kılıyor fakat aynı zamanda bizi birbirimize bağlıyor. Mesela ben günün herhangi bir anında iki dakikalığına Instagram’a girip işinden yeni ayrılmış olan bir arkadaşımın yürüyüş yaptığı fotoğrafı görüyor ve zihnime ona dair bir bilgi işliyorum. Demek ki rahatlamak, nefes almak, ilerlemek istiyor diyebiliyorum ve akabinde bu bilgiyle birkaç gün sonra ona mesaj atıyorum: “Sarıyer sahili nasıldı?”

Aynı şekilde birçok arkadaşımın yaptığı işi ve işimle ilgili güncel haberleri, gelişmeleri oradan takip ediyorum. 

Bazen birinin tatilde olduğunu görüp “şimdi mesaj atmayayım, rahatsız ederim, dönünce yazarım” diyebiliyorum.

Bir doğum günü rehberi olarak o mecrayı kullanıyorum. 

Gördüğüm fotoğraf ve videolarla başka hikâyelere kısa süreliğine dahil olmuş gibi hissediyorum.

Orada karşıma çıkan motivasyon cümleleri ve mantralarla günümün enerjisini değiştirebiliyorum.

Bazı arkadaşlarımla yalnızca orada birbirimizi hatırlatan videoları paylaşarak ilişkimizi sürdürüyoruz.

Aynı sofraya oturmamış ve asla oturmayacak olan ama bir insanın yaşam hikâyesini takip etmenin ilhamında buluşmuş bir ailenin üyesi gibi hissediyorum. Burada boşluk yaratan bir gölge konu var ki o da “bebek takibi.” Neredeyse bir buçuk yaşında bir bebeğin annesi olarak en temel öğrenme biçiminin takip etmek olduğunu her gün deneyimliyorum. Wilfred A. Peterson “Çocuklarımız bizi izleyerek büyür. Ve ne olduğumuz, söylediklerimizden daha çok şey anlatır.” sözüyle bu konunun en duru tanımını yapıyor. Oğlum hareketlerin, dizgelerin, cümlelerin ve eylemlerin takibini yapıyor. Bunları taklit ederek büyümeye, yani bizim gibi olmaya çalışıyor. Kendi olma halini bulana kadar gördüğünü yapmaya devam ediyor. Bu durum bana Influencer ve takipçi ilişkisini hatırlattı. Bir Influencer bir diziye merak saldığında ya da bir filmi beğendiğini ortaya koyduğunda takipçileri de hemen onun izlediklerini izliyor. Yani aslında sosyal medya aracılığıyla gördüğümüzü yapmaya alışıyor ve böylece arayıştan uzaklaşıyoruz. Yapılanı örnek, öneri kabul ediyoruz. Ve orada şelalerce paylaşım olunca “Şu an neye ihtiyacım var?” diye soracak olan iç sesimizi tümüyle unutuyoruz. Bu açıdan bakıldığında bu sürecin bizi kendimizle yeniden baş başa bıraktığını düşünüyorum. İç sesler ayakta, tonlar yüksek. Başka hayatlara dair bilgiler yok. Şimdi ne yapacaksın?

Ne izleyeceksin?

Ne seçeceksin?

Ne giyeceksin?

Neyi kime anlatacaksın?

Tüm bunları ne için yaşadığını ve biriktirdiğini sorgulayacaksın.

Işıklar söndü. İzleyicisiz, takipsiz, bir anlamda rakipsiz, kendimize kaldık. Görünürlük büyüsü şimdilik bozuldu. Bizi bize bağlayan köprüler yarı yıkıldı. Bir önceki yazıda da bahsettiğim gibi bu “yaz ve yas sıcağında” geriye bir tek kendimize aitliğimiz kaldı.

Kendine sosyal ve mecrasız…

Bakalım bugünler bize hangi aydınlıkları bulduracak ve hangi gölgeleri solumamıza imkân olacak?

Hayata ve ruha katkı olsun. 

Paylaşmak ister misiniz?

İPEK SÖZEN

Evrenime hoş geldiniz. Hayatta hepimizin kullandığı bir ortak noktamız var: Sözcükler. Ölümsüzlüğün icadı. Ruhlarımızın tarihini, evrenin kalbinde saklayan sihir. Bir ağacın yeşiline takılan nefes. Henüz yaşanmamış/solunmamış bir tarihin ayak sesleri. Arayışın ‘Daima!’ diye bağıran izleri...

Diğer