Lina’nın Öyküsü
Sözcüklerimin adresi olacak ama kim olduğunu bilmediğim kişi,
Mavi bir merhaba!
Ben Lina. Dünya’da yaşıyorum. Henüz. Sen bunu okuduğunda Dünya tümüyle değişmiş olacak. Bu şimdilik sadece bir sezgi ama ben bunu içimde hissediyorum. Her şey gün be gün değişiyor. Kolaylıklar kalplerimize yepyeni prangalar takıyor. Bense aklını yeniliklerden uzak tutmaya çalışan, bir diğer deyişle eski kafalı bir yazarım. Bu yüzden bir mektup bırakmak istiyorum Dünya’ya. Hatta binlercesini bırakmak istiyorum. Çünkü bir yazar için en büyük tutku, birileriyle sözcükler aracılığıyla tanışmak… Tam da bu sebeple mektubumu toprağa saklayacağım. Ve sen onu bulduğunda, bir tarih uyanacak, sözcüklerim huzurlu bir suretle esneyecek ve Yeni Dünya’nın insanlarına “Mavi bir merhaba!” diyecek.
Bunu okuyacak olan kişi,
Bu mektubu seni tanımadan yazıyorum. Şayet bunu okuma kabiliyetine sahipsen harfleri de tanıyorsun demektir. Sayılardan vazgeçip sözcüklerin ahengine kapılan kalbine güveniyorum. Anlattıklarım bir sır değil lakin gelecekte dillerin tarih olacağını düşündüğümden, anılar ve yaşananlar ellerimizden su gibi kayıp gitmesin diye çabalıyorum. Köklerimiz için yazıyorum. Sen bu mektubu bulduğunda çevrende harfleri ya da okumayı hatırlayan başka bir insan olacak mı, kestiremiyorum. Yine de bu, ömrünü evrene sözcüklerle işlemiş biri olarak sana hikayemi anlatmama engel değil.
Yaşadığım ve sana bu mektubu kaleme aldığım yıl, 2021. Senin devrinde esamesi bile okunmayacak olan ama bizim hayatımızı değiştiren, imtihan dolu bir yıl… Anlayacağın evren, insanoğlunu pişmesi için yeniden mayalıyor.
Bu kadim felaketin sonrasında kocaman bir şehre taşındım. Buraya gelmeden önce dünyanın her kıtasında ve birçok şehirde yaşadım. Bunca yolculuğun ardından hem bu kadar büyülü hem de bu kadar vahşi bir şehirle karşılaşmak ruhumu sarstı. Belki de bu sebeple yazmak istedim. Ruhumda başlayan sarsıntı bir depreme dönüştüğünde bu evrene bir iz bırakmak istiyorum. Bu çağın insanın temel güdüsü bu aslında: Ardında bir şey bırakmak. Bir isim, bir üretim, bir buluş, bir şiir, bir şarkı, bir an, bir fısıltı… BİR ŞEY.
Siz uzaya erişebildiniz mi bilmiyorum ama biz apartman adı verilen kafeslerde yaşıyoruz. Gelir durumuna göre boyutu büyüyebilen ve manzarası renklenebilen bu kafesler, şehir hayatının başyapıtları. Şu an sana bu satırları yazdığım evi günlerce aradım. Sırf bir avuç yeşilliğe baksın diye… Sırf sözcüklerle iletişim kurmaya çalışırken karşıdan bir ağaç bana göz kırpsın diye… Yaşadığımı hissetmek için. Umarım bir gün mavilerin de bana göz kırpacağı bir manzaraya erişirim. Lakin bu hayalim için ömrümün bir kısmından vazgeçerek ütopik kazançlara ulaşmam ve bu kazanç sürecini başlatabilmek için de talihli bir şans ve bağlantı zincirine sahip olabilmem gerek. Ne acı değil mi… Varlığının ve yeteneklerinin bir anlam ifade etmemesi.
Bunların dışında burası, koşu bandı üzerine inşa edilmiş bir şehir. Her şey akışta… Avrupa, köklü bir toprak ise, burası hiç durmayan bir su. Burada yaşayan herkes bulunduğu ortamın şeklini alıyor hem de çabucak. Adaptasyon sözcüğünün anlamını silercesine. İnsanlar koşuyor, terliyor, daimi bir erozyona kapılmış işlere tutunmaya çalışıyor, susuyor, düşünmemeye çalışıyor, anı kurtarıyor, biraz uyuyor ve yeniden koşuyor. Durmamacasına… Varlığını unuturcasına…
Bu kadar şeyi sayıp döktüğüme bakma, hiçbiri şehrin suçu değil. Çünkü bu topraklar aynı zamanda bir büyücü. Bir vapurda ansızın koşu bandını durdurabiliyor… Bir sahil kenarında seni dinlendiriyor… Gözlerine maviler sürüyor… Ama ne maviler! Binbir ton, binbir ışık… Bu şehir çok yorgun ve ağlamaklı bir günün akşamında ışıklarıyla seni kucağına alabiliyor. Parklarıyla sarıyor, tarihiyle “Ben buradayım! Hep buradaydım!” diyor. Hatta koşu bandının bile altın değerinde bir yönü var: Birincisi asla durmuyor. Tanrı eli değmiş gibi durmadan çalışıyor. İkincisi, herkese ve her şeye yer var. Sen yeter ki koşmak iste ve ömrünün bir kısmından vazgeçmeye kani ol, koşu bandı seni kabul etmeye hazır.
Tamam tamam daha fazla içini karartmayacağım. Gelelim gönlümde çiçek açtıran şeylere… Teknolojinin ilerlemesinden bahsedeceğim ama kendimi senin gözünde alay konusu haline getirmek istemiyorum. Aslında demek istediğim, teknoloji bizim için bir ulaşım aracı. Sevdiklerimize ve sevdiğimiz şeylere bizi hemencecik bağlayan sihirli bir köprü. Yazıya gönül vermiş biri olarak bunca kaynağa sahip olduğum için evrene minnettarım. İnternet, keşifler, online geziler, söyleşiler, programlar, eğitimler, görüntülü görüşmeler, mailler, hafızamız haline gelen ajandalar… Gerçi ben ajanda konusunda asla evrilemedim. Hâlâ her yılbaşı ruhuma ve hareketliliğime hitap edecek, biraz edebiyat biraz da sanat kokacak en ahenkli ajandayı arıyor ve yılı onu hazırlayarak noktalıyorum. Hatta benim için yılbaşının yegâne anlamı bu. Sahi siz hâlâ yılbaşı kutlaması yapıyor musunuz? Çam ağaçları ve kozalakların, yeşilin ve kırmızının ahengine varıyor musunuz?
Bizim buna benzer bayramlarımız ve bir de bol fotoğraflı, vitrinli bir yaz tatilimiz var. Tabi sen anlamadın şimdi. Şöyle açıklamak gerekirse, herkesin herkese nerede ve nasıl olduğunu fotoğrafla ilan ettiği bir uygulama var. Bu uygulama zihinlerimize o denli yerleşti ki boş kaldığımız her an ona bakıyoruz. Bir tür insanlık albümü.
Dünya’yı ve insanları anlatmaktan kendime gelemedim bir türlü. İnsanın kendini anlatması ne zor. O halde adımdan başlarım ben de. Adımın anlamını pek severim: Lina, Antik Yunan’da olimpiyat oyunlarında kazananlara verilen, zeytin ağacı dallarından ve yapraklarından yapılma taç, demek. Antik Yunan hayranlığım adımın mayasından geliyor bence. Ama en çok da şiirden bir nehir gibi akan edebiyatlarını seviyorum. Her şeyiyle! Düşünce yazıları, tiyatro oyunları, şiirleri, öyküleri, tüm sözcük kurguları ile… Sanırım edebiyat tutkum benim çekirdek halkam. Çocukluğundan beri okuyan, annesi sayesinde sözcüklerle küçük yaşta tanışan, bal gibi bir çocukluğun içinden süzülen ve kendini yaşamla demlemeye çalışan bir varlığım. Kişilik dallarım her ne kadar başka meslek alanlarında filiz verse de benim köküm, sözcükler. Dallarıma yürüyecek suya, topraktan alacağım enerjiye, deneyimden süzmeye çalıştığım anlayışa sözcüklerle yol bulabiliyorum. Sözcüklerle uyanıyor, mektuplarla veda ediyor, öykülerle susuyorum.
Ha tabi bir de yemek yapmaya bayılıyorum. Sahi siz hâlâ yemek yiyor musunuz? Şayet yiyorsanız yemek masasının bir mobilyadan öte, müthiş bir iletişim aracı olduğunu biliyorsundur.
Gün döndü. Göğü karanlıklar devralıyor ve gözlerimin ardında bir bir ışıklar yanıyor. Şehrin göbeğinde yorgun bir akşam başlıyor. Saç tellerime kadar benliğimi ele geçiren bir kederin eşiğindeyim. Neden böyle oluyor? Neden asla tam olamıyoruz?
Biliyor musun, geleceğin koluna takıp getirdiği kolaylıklar beni herkes kadar sevindirmiyor. Mektubun başında da bahsetmiştim hatırlarsan, ben bu fırtınalı değişimi bir pranga, bir tür ölümcül bağımlılık olarak görüyorum. Ve her gün ama her ama her gün değişmemek, özüme sadık kalmak için verdiğim çaba, zamanla bir savaşa dönüşüyor. Adı da herkesin ruhuna karşılık patentini aldığı, yaşam savaşı.
Biliyor musun, kalbimden atamadığım, gözlerimde bir deniz yaratan bu varlık savaşı bende bir anlam doğuruyor: Utanç. Tatlı ve acı suyun buluştuğu, araya onları ayıran bir perdenin konduğu ama yine de göz göze, baş başa vuku bulan hırçın bir duygu…
Yaşama mı, yaşamaktan mı, yoksa git gide ölüyor olmaktan mı bilemiyorum. Ama bunu da kalbimde demliyor ve varlığımdan süzülmesini bekliyorum. Bir gün… Ruhumun kenar taşlarını çatlata çatlata… Yol bularak… İz olarak.