Sevmek Zamanı – Film İncelemesi

Sevmek Zamanı 1965 yapımı bir Metin Erksan filmi. Bir iki hafta önce MUBI platformunda izledim. Filmin başında acaba karakterlerin Human Design Tasarım analizlerini yapabilecek miyim diye düşündüm. Fakat film ilk karesinden itibaren beni tek bir düşünceye demirledi: Surete aşık olmak. Filmin kahramanı Halil boya yapmak için gittiği adadaki bir evde bir kızın resmine aşık oluyor. Yağmur çamur demeden her gün gidip kızın resminin karşısında oturup onu izliyor. Bir gün resmin aslıyla yüz yüze geliyor. Kadın kahraman Meral, daha ilk görüşte Halil’in gizemli aurasına kapılıyor. Fakat Halil “Ben senin resmine aşığım, sana değil.” diyor. 

“Resminle ilk karşılaşmamızı dün gibi hatırlarım. Elbiselerim eskiydi, kirliydim, sakallarım uzamıştı. Birden bana iyilikle, sevgiyle bakan bir yüz gördüm. İnanamadım, ikinci kez zorlukla baktım resmine. Yine iyilik, gene sevgi vardı gözlerinde. Nihayet değişmezi bulmuştum. Resmin benim içime bakıyordu. Benim kendimi görüyordu. Bana hep dostlukla, iyilikle, sevgiyle baktı.”

Bu andan itibaren izleyici için zorlu bir mücadele başlıyor. Meral ne kadar realitede ise Halil o kadar kurmacada. İkisine de belirli düzlemlerde hak veriyor ama birbirini bu kadar güzel seven iki insanın kavuşamamasını anlayamıyor insan. 

“Ben seni değil resmini tanıyorum, belki sen benim bütün güzel düşüncelerimi yıkarsın.” diyen Halil böyle bir zamanın içinden baktığımızda o kadar haklı ki… Sevmek Zamanı, bizi kendi zamanının içinden bir anda bugünün atmosferine ışınlıyor. 

Sahi biz suretleri mi seviyoruz, suretlerin sahiplerini mi? 

Orijinale mi aşığız kopyaya mı?

İkisi aynı şey mi?

İkisi farklı şey mi?

Son iki soru bile birbirinden o kadar farklı ki… 

Kendi zamanımızın da tıpkı Halil gibi bizi incinmekten korkar bir hale getirdiğini ve kopyalara aşık ettiğini fark ediyorum. Sevdiğimiz birçok şey, aslında o şey değil. Bugün birçok insan bir eşya için “Ben buna aşık oldum.” cümlesini kurabiliyor. Aşık olduğumuz, o eşyanın etkisi. Albenisi. Bizde tekabül ettiği yer. 

Renklere değil, bizdeki ve evrendeki titreşimlerine aşık oluyoruz.

Doğaya / manzaraya değil, bizim içimize uzanan insanlık patikasına aşık oluyoruz. Oksijeni hatırlıyoruz. Özü, toprağı, varoluşu duyumsuyoruz.

Bir ayakkabıya değil, onun bizi getireceği güzellik ve şıklık seviyesine aşık oluyoruz.

Birine değil, onun içinde akan enerjiye, bizi tamamlayacak olan gerçekliğine aşık oluyoruz.

Tüm bunları kendi gerçekliğimizin bir parçası saymakta mahiriz. Orijinali arayanlarımız o denli az ki… Halil en azından bir surete aşık olduğunun farkında. Bu yönüyle kendi zamanında moderniteden çok daha yalın bir gerçekliğin beşiğinde sallanıyor. Meral işte bu büyünün varlığına aşık oluyor. 

“Bir resme nasıl aşık olunur? Bu zamanda böyle insanlar var mı?” 

Film beni bu düşüncelerin ırmağında sürükledikçe karakterlerin tasarımları dalgalar arasına karışıp gidiyor. Film suret ve gerçek konusuna o denli vurgu yapmış ki gerçekten bu kurmaca karakterlerin derinlikli bir Human Design Tasarımı çıkabilir mi bilmiyorum. Sanmıyorum. Siyah beyaz çekilen filmler iki renk içinde bize bir kesit sunuyor. Oysa Human Design her daim bir ışık kesimi. Binlerce rengin harmanı. Bu filmin incelemesi de kalbindeki fikirden doğmalı.

Paylaşmak ister misiniz?

İPEK SÖZEN

Evrenime hoş geldiniz. Hayatta hepimizin kullandığı bir ortak noktamız var: Sözcükler. Ölümsüzlüğün icadı. Ruhlarımızın tarihini, evrenin kalbinde saklayan sihir. Bir ağacın yeşiline takılan nefes. Henüz yaşanmamış/solunmamış bir tarihin ayak sesleri. Arayışın ‘Daima!’ diye bağıran izleri...

Diğer