Üslup Değeri

Yılın son yazılarından birinde yazmak istediğim öyle bir konu var ki bence bu yıl kolektif temalarımızdan biri bu oldu: İlişkiler. Sürekli aklımızı kurcalayan, kafamıza/kalbimize takılan, neden böyle oldu dedirten, ara ara parlayan, ara ara bozulan, görüşmeye bir türlü vakit bulunamayan, yaşamın matematiği içinde sürdürülmeye çalışılan, yanlış anlaşılma korkusunun yuvası, hak ve haksızlık konularının harlı ocağı, netleşilemeyen ve günden güne yorgunluk yükleyen, yükleşen ilişkiler. Bu yazdıklarım çevremden ve kendi içimden biriktirdiğim sesler. 

Bunlar oluyor.

Bunları yaşıyoruz.

Her ilişki böyle mi? Elbette hayır. Fakat her ilişki yukarıda yazanlardan birkaç tanesine temas ediyor.

Peki tüm bunlar neden oluyor?

Yaşadığımız devir, her insanın kendine ve yaşam biçimine göre tanımlar ürettiği bir zaman dilimi. Hepimizin temel değerlerinden biri haline gelen nezaketi ele alalım. Nedir nezaket? Tek bir biçimde tanımlayabiliyor muyuz? Evrensel bir doğru olarak ortak bir tanımı kabul edebiliyor muyuz? Herkesin kendine özgü bir nezaket tanımı var ve herkes bu tanımla davranışlarını biçimlendiriyor. Genele bakışta herkes çok nezaketli. Biri “Keşke arama nezaketi gösterseydi” derken diğeri “Sıcağı sıcağına aramayayım sonra ararım” deme nezaketini gösteriyor. Ve bu iki nezaket çarpışıyor. İkisi birbirini ortak bir doğrulukta anlamıyor ve uzaklaşma başlıyor. 

Bu konu aklıma ilk kez babamı kaybedişimin üzerinden sekiz ay geçmişken çalan bir telefonla düştü. Bir aile dostumuz “Merhaba… Nasılsın? Ben başın sağolsun demek için aradım.” dedi. Öyle alelade bir günde yaramın fermuarı hemencecik açıldı. Gözlerimdeki barajı yutkundum. “Ben de buna benzer bir acı yaşadım. İnsan ne hisseder biliyorum. O yüzden ince davranıp hemen aramak istemedim.” dedi. İşte bu onun yaşadıklarından damıttığı nezaket kuramıydı. Benim nezaket tanımlarıma uymasa da kendisiyle sohbet ettim ve o gün yeniden yaramın içine gömüldüm. 

Bugün herkes kendi öyküsünün ışığında bir nezaket inşa ediyor. Oysaki geçmişte nezaket başı sonu belli bir öykü gibi paket halinde nesiller boyu servis edilirdi. Aileler tarafından edep ve ahlak olarak çocuk zihinlere işlenirdi. Teknoloji kısıtlıydı. Ailelerden oluşan ve gitgide genişleyen toplum, yakın tarihindeki Osmanlı kültünü hâlâ köklerinde saklıyordu. Teamüller tekamülleri yönetiyordu. Bireyleşme ve yaratıcı teknolojiyle birlikte bu paket yırtıldı ve herkes içinden istediğini seçip aldı. Öyle ki bugün ses yükseltmek, hakaret etmek, emeği hiçe saymak, insan kullanmak, selam vermemek, habersiz bırakmak, baskı yapmak, geç kalmak, bekletmek, göz teması kurmamak, durduk yere tükürmek, yürürken birine çarpmak ya da omuz atmak, özür dilememek, yalan söylemek, ortadan kaybolmak, kurban rolünde bencil olmak, bir sürü insanın olduğu bir yerde hoparlörden açtığı müziği dayatmak, alan daraltmak ve daha niceleri nezaketsizlik sayılmıyor. Biri bunlara ses çıkardığında ortalık ayağa kalkıyor. Geçmişin katı, bugünün hava formundaki nezaket kuramı bir türlü mükemmel formu bulamıyor. Ve günün sonunda tüm bunlar hepimizi, kolektifi gerginlikle dolduruyor. İletişim kurmak psikolojimizi bozuyor. Bu cümlenin gerçekliği hepimiz için farklı boyutlarda işliyor ama değişmeyen bir şey var ki her insan, ilişkileri ve ilişki kurma biçimiyle sınanıyor. 

Peki bu gerginliği törpüleyecek, bizi ortak bir tanımda, en azından iki tanım arasında bir köprüde buluşturacak olan şey ne olabilir? 

Bunu düşününce aklımda bir tek “Üslup mesajdan önce gelir.” sözü yankılanıyor. Bireysel tanımlarımıza ortak insani değerleri gözeten üsluplar seçersek hepimiz acılarımızdan özgürleşebiliriz. Daha insani bir düzlemde yaşamanın belki de tek anahtarı bu: Daima karşımızda bir insan olduğunu hatırlamak. Etimizi, kemiğimizi anımsamak… Kodlanabilir bir program olmadığımızı, değişkenliğimizi teyit etmek… Değişebilme özelliğimize ya da ihtimalimize şükretmek… Sırf bu imkâna mazhar olabilme kapasitesiyle tasarlandığımız için kaynağa minnet duymak… Ve üslubun kalbine yaratılmış olanın diğer tüm yaratılmışlara olan saygısını yerleştirmek. Tekâmül etmek adına cellatlığın rolünden geçse de bilgeliğin kapısından geçse de yaratılmış her can saygıya değerdir. 

Madem ki her insan bir öyküdür, o halde kişi sahip olduğu hikâyenin üslubundan mesuldür. Seçilmiş, gerçek ve samimi bir üslup keskin tanımların yarattığı acıları teskin edebilir. Üslup, kırılmadan bütün kalabilmenin,  aklen ve kalben kirlenmeden anlaşabilmenin temsilcisidir. 

Bu bölüm, zihnimde dönüp duran ilişkiler temasının tanımlar ve üslup kısmını anlatmış oldu. Bir sonraki konuyu ve yılı tamamlayacak olan iletişim bölümü sizlerle olacak.

Hayata ve ruha katkı olsun.

Paylaşmak ister misiniz?

İPEK SÖZEN

Evrenime hoş geldiniz. Hayatta hepimizin kullandığı bir ortak noktamız var: Sözcükler. Ölümsüzlüğün icadı. Ruhlarımızın tarihini, evrenin kalbinde saklayan sihir. Bir ağacın yeşiline takılan nefes. Henüz yaşanmamış/solunmamış bir tarihin ayak sesleri. Arayışın ‘Daima!’ diye bağıran izleri...

Diğer