YAŞAM SOFRASI

BEN BU ARA KENDİMİ …

Sanki hayat bana bir ziyafet sofrası hazırlamış, çocukluğumdan yaşlılığıma tüm sevdiklerimi, sevgilerimi toplamış, beni de o ‘Yaz Gecesi’ masasının en başına oturtmuş. Oldukça rüzgârlı, oldukça sakin bir akşam. Masaya bakıyorum… Hayatımın merkezine koyduğum sandalyelere ve sandalye sahiplerinin gözlerine… Bu gözler benim sevdiğim gözler… Bu gözlerin akına da rengine de kaniyim. Sandalyeler, renkler, biçimler ve gözler birbirleriyle pek de uyumlu değiller. Ama benim masamda sihirli bir hava var. Gözlerin özleri yansıtmasının ahengi bu. Annemin bir koltuğu var mesela… Hemen yanı başımda. Koltuğuna bağlı klasik biçimli bir avizesi. Annem ışığını daima yanında taşıyan bir kadın.

Babamın divanı var. Rengarenk, rahat… Rüyalar ve uykular için istekli ve esintili. Kendi doğallığını ve ortamını her daim yanında taşıyan bir divan.

Daima hayat çeperimi oluşturan; paylaşmak için yanımda, destek için arkamda, korumak için önümde duran; tüm yönleri ve yönelimleriyle hayatımın en büyülü dairesini çizen eşimin; bir sandalyesi ya da koltuğu yok. Onun cam bir konserve şişesi var. O bir garnitür konservesi. Hayatımın renkleri ve neşemin yegâne mezesi, yaratıcılığımın beslendiği en derin köklerden biri.

Onun hemen yanında bir plaj sandalyesi görüyorum. Adanmış bir kırmızı, kolçağında bir plaj şapkası asılı, doygun bir eğlence. En can dostuma neşeli bir göz kırpıyorum.

Onun yanında bir bistro sandalyesi var. Ulaşılması zor ama keyifli. Sesini bünyesinde taşıyan, kederinizi alt katlarına asabileceğiniz, her duyguyu taşıyacak kadar kudretli, yüksekliği kadar derin bir sandalye.

Her tarafı tertemiz farklı açı ve ışıklarla parlayan iki sandalye alıyor gözümü. Gözüm onlara feda olsun. Yeter ki hep ışıldasınlar…

Masanın uzandığı gözlere baktıkça, sandalyeleri ile bütün yaratılmış dört kişilik bir piknik masası görüyorum, başka türlüsü mümkün olmayacak şekilde. Bir sallanan sandalye takılıyor gözüme, hemen yanında devamlı dönen, hareket eden bir iş sandalyesi, ardında bir tabure, bir salıncak ve niceleri… Benim hayatımda yer vermediklerim bile o masada. Ayakta ama masada.

Masayı inceliyorum, zihnime sorular koşturuyor… Ben bunca insanı nasıl doyuracağım? Nasıl yeteceğim onlara? Sonra bir rüzgâr esiyor. Sandalyeler, her biri kendi dilinde şarkılar mırıldanıyor. Derin bir soluk alıyorum. Masaya takılıyor bu defa gözlerim. Her şey var. Bu bolluk, korkumu başımdan alıyor. Korku gittikçe açlığımı anlıyorum. Her şeyi tatmaya başlıyorum. Bir arada yiyorum her şeyi. Geceyi reçele, güneşi çimene, sözü çikolataya bandırıyorum. Tavukları kederlere, peynirleri gülüşlere sarıyorum. Yeni dünyaları bile yiyorum. Masadaki herkes bana bir şey tattırmaya çalışıyor. Masam bile, “Bu böyle bir dönem, yiyeceksin.” diyor. “Ama her şey dökülüp saçıldı.” diyorum. “Boş ver örtüyü değiştiririz.” diyor.

Gece sonunda tüm sandalyeler kendi masalarına çekiliyor. Masam, ben ve eşim kalıyoruz bir tek. O kadar çok şey yutmuşum ki hazmedemiyorum. Feci derecede bir huzursuzluk çöküyor üzerime ve mideme. Eşim de nefes alamadığını fark ediyor ve kapağını açıyor. İçinde bir şeyler bozulmuş. Bu uzun gece ömrümüzden çok şey götürmüş, anlıyoruz. Sindirim bir süreçtir, diyor ve bekliyoruz. İyileşmek için her yolu deneyerek. Sanki üstümüzden asırlar geçmiş gibi

… HİSSEDİYORUM.

Paylaşmak ister misiniz?

İPEK SÖZEN

Evrenime hoş geldiniz. Hayatta hepimizin kullandığı bir ortak noktamız var: Sözcükler. Ölümsüzlüğün icadı. Ruhlarımızın tarihini, evrenin kalbinde saklayan sihir. Bir ağacın yeşiline takılan nefes. Henüz yaşanmamış/solunmamış bir tarihin ayak sesleri. Arayışın ‘Daima!’ diye bağıran izleri...

Diğer