Yaşamın Figüranları

Geçtiğimiz günlerde Netflix’te yıllardır takip ettiğimiz Crown adlı dizinin yeni sezonu yayınlandı. Bu şüphesiz en heyecanla beklenen sezondu çünkü adım adım hikayesini takip ettiğimiz Prenses Diana’nın ölümünü konu alıyordu. İnsan tarihi şeyleri izlerken asırlık bir konforun içinde buluyor kendini: Ne olacağını bilebilmek. Böylece kendini izlediği şeyin Tanrısı gibi hissediyor ve yalnızca şuna odaklanıyor: Peki bu olacak olan nasıl olacak? Yani bu işi hayal edenlerin kalbi ve zihni devreye giriyor. Onlarla hayallerini paylaşıyoruz. Tanrı’nın dünyayla kurduğu ilişkinin de böyle bir akışta olabileceğini düşündüm, böylece sık sık içimizi kurcalayan “İnsan iradeli bir varlık mıdır, kaderi üzerinde söz hakkı var mıdır?” sorularına da yeni bir cevap geliştirdim. Olan şey bellidir fakat onun nasıl olacağı belli değildir. Yani Diana bir gün prenses olacaktır ama bu nasıl, hangi koşullar altında olacaktır? Diana “nasıl” bir prenses olmayı seçecektir? 

Buradaki “nasıl” da oldukça görecelidir. Başlangıçta tarihi şeyleri izlemenin bize güvenli geldiğini söylemiştim. Kimileri için güvenli olan sıkıcıdır, kimi bundan zevk alır. Kimilerine göre Diana yardımsever ve hümanist bir Prensestir, kimine göre kendi çağında bir devrimcidir, kimine göre ise pasif ve kabullenicidir. Bir oluşun herkeste bambaşka bir meali vardır. Dolayısıyla Tanrı için olacak olanın akışını ve dünya içinde oluşturduğu mealleri takip etmek oldukça ilginçtir, buna inanıyorum. 

Gelelim dizinin son sezonuna. Benim için seyir zevki şahaneydi. Her karakterin kuyusunu gördük. Bu onları kendi içlerine çağıran, zaman zaman karanlık, onların öz silüetlerini saklayan, iç seslerini yankılayan o hem tanıdık hem yabancı olan kuyu… Senaryo ekibi hikayenin kuyusuna düşecek ve bizi de oraya çağıracak kadar cesur davranmış, yalnızca yüzeyde kalmamış. Diana ve Dodi ölüm sahnelerinden sonra o kuyuları kapatacak şekilde çatıştıkları kişilerle soyut bir veda yaşamış. Bu sahneleri hikayenin kalitesini arttıran kıvamlandırıcılar olarak çok sevdim. 

Bu sezonda gerçekliğe en büyük katkıyı sunan şey ise “basın  ordusu” olmuş. Hikâyenin gerçek akışında yer alan ve sürekli Diana’yı takip eden basın ordusu başlı başına akışı değiştiren bir karakterdir. Fakat bu karakteri tek bir oyuncunun oynaması mümkün değildir; birbiriyle koordine olmuş, şık bir karmaşa ve gürültü yaratan, bize o bunalımı ve baskıyı yaşatacak kalabalık bir oyuncu kadrosu gerekmektedir. Bence bu kadro sezonun en başarılı kısmıydı. Sahiden de Diana’nın içinde sıkıştığı o evrensel çerçeveyi bize çok iyi çizdiler. Tam manasıyla bir basın ordusuydular. Üstelik Diana’ya hikayesinin akışını değiştiren ve onu ölüme sürükleyen kararları da onlar verdirdiler. Bir oyuncu olarak sık sık tiyatrolarda ve setlerde figüranlara kaba bir yaklaşım sergilendiğine şahit oldum. Hikayeye yaptıkları katkının onurlandırılmadığını gördüm. Hatta böyle bir katkı gözetmeksizin, isteyen gelsin figüran olsun şeklinde bir yaklaşımla hareket ediliyor. Böylece kahramanın tüm ruhuyla gerçeklik yarattığı bir sahnede bir figüranın ne yapacağını bilemez halde duruşu tüm duyguyu ve sahneyi bozguna uğratıyor. Yerli dizi ve filmlerde buna sık sık rastlıyoruz. Çünkü bir işe en ufak detayına kadar değer vermenin ne demek olduğunu bilmiyoruz. Bu konu beni bütünlüklü değer kavramına getirdi. Yalnızca bir taze fasulye ayıkladığınızı ve buna tüm dikkatinizi verdiğinizi hayal edin… Her bir fasulyeyi aynı değerle ayıklıyor, salçasını, yağını aynı özenle koyuyorsunuz… İnsan bir yemeğe bu kadar değer verince zaten ondan bir kaşık aldığı an aradığı lezzeti bulacaktır. 

Yaşamın her kıyısı her köşesi çok değerlidir.

Bir hikayenin her oyuncusu, her anı bütündür ve çok değerlidir.

Yaşantılarımızın da figüranları var; biraz önce örnek verdiğim taze fasulye mesela. Günün kahramanı değil, müthiş değil, olay değil, belki o günkü modumuza göre bizim için hiçbir şey değil fakat özünde bizi besleyen şey. O gün bedenimizi hayatta tutan şey. Söylenen her merhaba, gün içinde kurulan her ilişki, küçük bir fikir, bir eşya, bazen bir balkon, kahve, kitap, sigara, hayatımızın figüranlarıdır. Ve belki de hayatımız değerini tam olarak hesap edemediğimiz figüranlarımızın toplamıdır. İnsan figüranlarını seçtiğinde ve seçtiği figüranları onurlandırmayı bildiğinde hayatının her zerresine değer katmış olur. Çevremizde dönüp duran, bize sorular soran, belki üzerimizde baskı kuran ve bize sıkışmış hissettiren bu figüranlar Tanrı’nın bize uzattığı mikrofondur:

Bu basın ordusuyla nereye gideceksin?

Onlarla mücadele mi edeceksin, onlarla uzlaşacak mısın?

Kendi basın ordundan kaçmaya adanırsan hikâyenin kahramanı olmaktan uzaklaşacak ve cevapsız kalacaksın.

Paylaşmak ister misiniz?

İPEK SÖZEN

Evrenime hoş geldiniz. Hayatta hepimizin kullandığı bir ortak noktamız var: Sözcükler. Ölümsüzlüğün icadı. Ruhlarımızın tarihini, evrenin kalbinde saklayan sihir. Bir ağacın yeşiline takılan nefes. Henüz yaşanmamış/solunmamış bir tarihin ayak sesleri. Arayışın ‘Daima!’ diye bağıran izleri...

Diğer